Bir zamanlar yemek ve sofra adabı
Eskiye ait ne zaman bir yazı yazmaya kalksam şunu mutlaka belirtirim: Bizim kuşak yokluklu kıtlıklı yılların ürünü diye. 1970 hatta 80’li yıllara kadar uzanır bu yoksulluk… 1923’te İstiklal Harbi’nden çıkılmış, ülkenin okur yazarı, alimi uleması gitmiş, hatta bir kültür adamından dinledim yakın zaman önce, Sakarya’daki meydan savaşlarında erden fazla rütbeli şehit verilmiş, bir ulusun kalıntılarından bugünkü modern Türkiye’yi çıkarmak o kadar kolay olmamıştır sanırım.İyi de o eskilerin kültürünü, terbiyesini, adabını bugün yaşatabiliyor muyuz? İşte orası hayır.
50-60 yıl geriye dönüp baktığımızda bizim kuşak eskilerin yaşamında olan bir çok usulü adabın bugün yok olduğunun farkına varılabiliyor. Bunlardan yemek adabı, sofra adabı, baba ana terbiyesi akrabaya hısıma ve yakınlara davranışlar hepsinde büyük bir değişim var olumsuz yönde…
Anadolu kırsalında insanlar mutlaka yer sofrasında otururdu mesela… Bağdaş kuramazdık ayıptı, mutlaka diz üstünde otururduk. Sulu yemeklerin haricinde bütün yemekleri mutlaka elimizle yerdik. Örneğin sabahleyin öyle çaylı simitli yalandan kahvaltı değil, mutlaka her ailenin çokça yediği bulamaç, yağ içinde yumurta, papara, tirit, mıkla, ıspanak ve diğer otlardan yapılan haşlama boranılar yoğurtlu yoğurtsuz yerdik… Bunlarda hiç kaşık kullanılmazdı. Zaten çatal denen nesne hiç bilinmezdi.
Sofrada önce baba ana, sonra çocuklar yemeğe başlardı… Öyle sorumsuzca dalıvermek yiyip kalkıvermek ayıptı. Besmele çekilecek, ortaya konan yemeğe önce aile büyükleri, sonra çocuklar başlayacak… Herkes mutlaka önünden yiyecek, yemek sahanının başka yerine saldırmak yok… Ola ki bir pilav veya başka yemek yenirken içerisinde yüze vuran bir kıymayı çocuk hevesle alıverirse, ana baba ya onun yüzüne sertçe bakar, ayıp olduğunu hatırlatır ya da serçe parmağına vurarak onu bir daha yapmaması tembih edilirdi. Zaten o zamanın çocukları baba ananın yüzündeki ifade ile tavrını anlardı.
Hele bir misafirin yanında bu gibi ihlalleri yapmak çok ayıplanırdı bunları daha evvelden anamız bizlere tembih ederdi mutlaka yemeği önümüzden yememiz için.
Ekmeği ekmeğe katık ederdik
Sulu yemek var ise sofrada onu kaşıkla yer, bazen yeter derecede kaşık olmaz, kaşık değişimi yapar, iki kişi bir kaşıkla yerdik yemeğimizi. Kimse de buna itiraz etmez, hakkına razı olurdu. Bilhassa analarımız “aman guzum yemeği ekmeğe katık edin de karnınız doysun yemeklerimizi kaşıkla yersek yemek dayanmaz” derlerdi. Onun için çoğu zaman ekmekli tirit yapardı anamız. Elimizdeki ekmek lokmalarını ekmekli tiridin suyuna banardık, ekmeği ekmeğe katık ederdik. Yemeğin yanında yardımcı olarak katılan yoğurt ve pekmezleri de öyle, ekmek banarak elimizle yerdik. Ardından yemek bulaşığı parmağımızı da bir güzel yalardık. Öyle leziz olurdu ki sormayın o tatlar. Bu kadar kıtlığa yokluğa rağmen hijyene çok önem verilirdi. Yemek öncesi ve sonrası mutlaka eller sabun ile yıkanmalı idi buna çok dikkat ederdi atalarımız.
Öyle ha babam kullanacak bolca yağ yok, et yok. Bazı zamanlar un bile olmazdı. Çünkü buğday harmandan az kalkardı, bolca un öğütemezdi ev reisi. Un bahara yakın veya güze yakın tükenirse erken açılan su değirmeninde kelete ederdi çocukların yiyeceği unu. Kelete sandıkta biten una ilave demekti.
Öyle kırsalda fırın yok, hemen ekmek yapılıverecek sabah erkenden evin hanımı mayalı hamuru yoğuracak iki üç saat sonra hamur gelecek (bollaşacak) hanım ocağı veya tandırı yakacak, bezeleri düzecek ya da tandır değil ocakta ise bir taraftan beze hazırlayacak bir taraftan oklava ile açtığı ekmeği toprak (dibleği) sacın üzerinde pişirip pişeni sergiye atacak işler çok zordu yani...
Akrabalık ilişkileri ve saygı sevginin önemi
Eskiden yoksulluk vardı, kıtlık vardı ama akrabaların birbirlerine karşı samimiyeti çok güzeldi. Akrabalık bağları çok kuvvetli idi. Bir genç çocuk ana baba akrabasını veya ana babaların samimi olduğu komşusunu yolda belde ya da tarla tapanda bir başka toplantı yerinde görünce ona mutlaka saygı gösterir, onun önünden geçmez ona karşı saygısızlıkta bulunmazdı.
Ya akraba aileler neler yapardı derseniz, onlar da kış oturmalarında mutlaka yakın akrabalara gitmeyi tercih ederdi. Hatta bu akrabalar gurbette ya da başka köyde iseler ya gelip gidenlerle mektup yazarak hal hatır sorarlardı ya da birisi ile selam gönderip onların hatırlarını mutlaka sorardı.
1952 yılında hatırladığım bir akrabalık yakınlığını sizlerle paylaşmak isterim. Başka köyden bizim köye gelin gelmiş üç kız kardeşten birinin ısrarla kardeşlerini yemeğe çağırdığını gördük. Anam rahmetli sordu “Emine abla niye bu kadar ısrarlısın yeğenlerini kardeşlerini yemeğe çağırıyorsun, ne yemeği yaptın çok kıymatlı bir şey mi kuzumu kızarttın?” deyince, “Yok, gaç Meyrem ne guzusu gızım, bulgur pilavı yaptım da yalnız boğazımızdan geçmedi. Onu niçin gardaşlarımla yeğenlerimle yemek istedim, çünkü bu gibi yemekler bahanedir, akrabalık bağlarının kuvvetlenmesinde” deyince gümüştüm. Ama şimdi o merhume ninenin dediğini daha iyi anlamaktayım, bugünkü akrabalıkların zayıfladığını görünce.
Zamanı geri getirmek mümkün görünmüyor. Bari o kültürden bazı sayfaları yeniden hatırlayıp kaybettiğimiz değerleri belki birkaç tane de olsa bugüne aktarayım istedim.
***
Erbakan ve Büyükkörükçü
1 hafta önce Erbakan Hoca’yı önceki gün de Tahir Hocamız’ı kaybettik. Bu iki muhterem insanın bir zaman aynı safta mücadele ettiğini şimdiki gençler bilmez. Bu iki büyük insan da birer dava adamıydı, aynı yaşlarda birlikte göç ettiler fani alemden. Mekanları cennet olsun… Allah bizleri, onlara komşu eylesin… İnna lillahi ve inna ileyhi raciun…