Recent Comments

BEN DE YAŞADIM-(6.Bölüm)

Çocukluğuma ait ve o günlerdeki Bozkır’ımızın sosyokültürel, sosyo-ekonomik ve yaşamsal bir kısım çevrelerinde gelişen bazı olay ve olgulardan derleyerek “Ben de Yaşadım” adını verdiğimiz anısal romanın  ilk 20 konusunu sırayla ve 5 ayrı bölüm halinde geçtiğimiz haftalarda takdirlerinize sunmuştuk.
Bu defa da 21, 22, 23 ve 24. konuyu 6. bölüm olarak beğeni, takdir ve yorumlarınıza sunuyoruz. Umarız ki beğinir, ilgi ve zevkle okursunuz...
21- “Olmaz!” Diyorum!
 
Onbaşı ile indik çarşıya. İndik inmesine ama. Yakasını bırakmıyorum ben adamın. İllâ da, “Ne alacaksan söyle!” diyorum.
Adam: “Çekil git ulan başımdan; senden para mı isteyen var? Hem ben seni parasız getirdim” dese de ben ayrılmıyorum peşinden.
 Borçlu kalmak istemiyorum kendi iç dünyamda.
“Ulan çekil git işte! Adama verilecek fazladan 5 kuruş paran mı var da…?”
Ama yok! Bilmiyorum bu ne iş, ne sevda?
Adam kurtulamıyor elimden.
Gülümseyerek hafiften:
“Gel ulan!” diyor! “Gel şurada birlikte birer çay içelim; parasını sen ver! Hem dinlenelim hem ödeşelim!”
Bu teklif hoşuma gidiyor! Bozkır’daki “Eski Pazar Yeri’nin” ortasına oturuyoruz. Orta yerdeki koca çınarın doğu tarafına.
Çevredeki kahvehanelerden iki bardak çay geliyor bize; mis gibi!
İçiyoruz; sonra da ben ödüyorum parasını.
Helalleşiyoruz; ve elini öpüp ayrılıyorum oradan.
50 kuruş tutuyor iki çay.
Onbaşı’ya borcumu ödesem de hesaplı paranın 50 kuruşunun eksilmiş olması canımı sıkıyor. Bir çare düşünüyorum kendimce. Alkıma bir çare geliyor?
Bizim Şaban’ın lokum ve bisküvisine çentik atmak!
Bu kadar çentik belli olur fakat.
Bir başka çare bulmalıyım öyleyse!
Fakat ne?
Aklıma otele de çentik atmak geliyor. Paylaştırmalı ikisine!
Bu daha uyar! Açık belli olmaz böylece!
Tamam; doğruca otele yöneliyorum o zaman.

Varıyorum otele, 2 liradan aşağı asla inmiyor. Eh, çaresiz veriyoruz parayı. Sokakta yatamam ya?
Fakat bu eksiklik önemli. İllâ da aklımda!
Azığımdan azıcık bir şeyler yiyip hemen yatıyorum!
Yollarda perişan olmuşum zaten; derhal uyuyorum.

Sabah olunca da erkence uyandım. Azığımdan biraz daha yedim. Gerisini bir bakkala emanet bıraktım. 25 kuruş verip bir kalemle bir de silgi aldım. Doğruca sınava gireceğim Okul’un önüne vardım.
İşte ancak Ora’da karşılaşabildik Ali Hocamla da. Şaban’ın yanındaydı öylece.
Yaptığı bir başka faaliyet de yoktu görünürlerde.



22- Sınavdayız:

Sınav yerinin önünde gördüm bizim köyden gelen diğer iki çocuğu da. Birisi kursa giden O arkadaş; Süleyman! Diğeri de bizden bir yıl önce İlkokulu bitirmiş olan ve O’nun amcasının oğlu Mehmet Ali. Babaları var yanlarında. İki de Öğretmen bizim köylü. İkisini de pek bilmem; uzaktan tanırım halâ. Hattâ varlık ve kimliklerini bilirim sadece.  
Bu öğretmenler bu iki arkadaş için torpil yapmaya gelmişler Bozkır’a. Sınava giren gözetmenler aracılığıyla. Ve vızır vızır, onu bunu görmeye çabalayıp duruyorlar akılları sıra. Ben pek ilgilenmedim yine de onlarla.
Geçtim sırama, beklemeye durdum beni çağırmalarını.
Sabahki oturumda ilk gireceğimiz sınav Türkçe ağılıklı sözel sınavdı. Hadi bakalım hayırlısı…
Önce onları çağırdılar içeri. Şaban da dahil, Bizim Köyden gelen üç çocuk ayrı bir dershane odasına girdiler. Ben daha sonra, ayrı…
Bunun o torpil girişimleriyle alakası olabileceğini ta o an düşündüm. Ama önemi yoktu benim için. Benim de Allah’ım vardı aklımda. Ve kendime de güveniyordum kendimce.
Neyse; girdik içeriye!
Önce sınavda kullanacağımız özel cevap kağıtlarımızı verdiler.

Verdiler ama 25 kuruşumuzu aldılar.
Eh; ancak sorun var!
25 kuruş da öğleden sonraki sınav kağıdı için alacaklarmış anlayacağınız.
Eksildi mi parada bir 25’lik daha?
Bu da ayrı bir kaygı, ayrı bir tasa!
Ama o meseleyi düşünmüyorum artık.
Bir çaresine bakacağız nasılsa.

Cevap kağıtlarındaki isim yazılacak yerlere adımızı ve künyemizi yazdık. Zamklı yerlerini ısladık ve kıvırarak yapıştırdık. Artık kağıtların sahipleri görünmez oldu.
Daha sonra gözetmen Öğretmenler sarı bir zarf getirip hepimize gösterdiler. “Bakınız; bu soru zarfıdır. Gördüğünüz gibi kapalı ve mühürlüdür. Gözlerinizin önünde açıyoruz!” dediler. Bu mühür Bozkır’da vurulamazdı gibi sanki.
Aman canım; bu kadar da kuşkucu olma yani!
Alem sahtekar mı sanki?
Uzatmayalım. Açtılar zarfı. Sınıftaki karatahtanın az bir bölümüne yazdılar soruları. Bu arada bizim de yazmamızı emir buyurdular. Ve yazdık.
Bu ara içlerinde biri: “Çocuklar” dedi. Biz bu sınavı Bozkır’ın çocukları kazansın istiyoruz. O nedenle de cevabını hepinize yaptıracağız. İşte tahta. Buraya tüm soruların cevaplarını yazıyoruz. Herkes buradan kendi kağıdına geçirsin. Bu arada yine de takıldığınız bir husus olursa bizlere sorun, gereken açıklamayı yanlarınıza gelir yaparız.” dedi.
Başladılar yazmaya cevaplarını.
“Allah, Allah…!? Bu ne iş? Peki, ya sınıfa başkaca gelip giden? Ama olsun, demek hepsi haberli…?”
Fakat toplu kopya? Aklımın ucundan bile geçmiyor o. Bilmiyorum öyle şeyler. Belki de kağıtlar birbirine karışacak, ayrı ayrı öğretmenler okuyacak ve fark edemeyecekti toplu kopyayı. Kim bilir? Benim aklım ermez fazlasına.
Cevapların neredeyse tamamını biliyordum ben! Tahtaya yazılan  cevaplara şöyle bir göz attım; çoğu doğruysa da arada yanlışlar da vardı. Hatta bazı cevaplar temelli yanlıştı.
Hayret! Bunda bir iş vardı!?
Acaba ne olabilir di?
Bu arada gözetmen öğretmenler, bazı çocukların tepelerine tünemişlerdi. Arada safça çağıran başka çocuklara da gidiyorlardı. Özellikle birkaç çocuğun başındaydılar ama.
Ha…!
Anladım ki bu adamlar torpil yapıyordu. Hem de şeytanın bile aklına gelmeyecek cinsten. “Herkese yardım ederiz!” ayağıyla şunların yaptığına bakın. Milletin çocuğuna eğri büğrü şeyler yazdırıyorlardı. Onları çağırsan ne olacak da. Seni daha da yanıltacakları aşikardı. Asıl yardımı kime ediyor idiyseler onlara rahat yardım etme çabasındaydı onlar.
Durumu görmüş, anlamıştım. Yapacağım bir tek şey vardı. Kimseyle ilgilenmeden kendi bildiğim cevapları, yine kendi bildiğimce yazmak kağıdıma. Nitekim öyle yaptım.
Süre bitti. Cevap kağıdımı onlara verdim, ve çıktım.
Çıkınca bizimkiler önce kendi çocuklarını sorguladılar durum ve verdikleri cevaplar hakkında. Duyduklarından pek hoşnut görmedim yüzlerini. Torpil çabalarının da sonuç vermediği anlaşılıyordu!
Bana da sordular. “doğru, yanlış” demeseler de, benim sözlerimden de pek hoşlanmadılar. Ancak hoşlanmamalarının nedeni sanırım haset olsa gerekti. Özellikle diğer o iki Öğretmenin. Ali Hocamdan kesinlikle böyle bir şey sezmedim ama.

Oradan ayrıldık ve hepimiz çarşıya geldik. Ben azığımı emanet bıraktığım bakkala gittiysem de  dükkanı kapatmıştı adamcağız. Kim bilir namaza mı gitti yoksa öğle yemeğine mi evine? Derdi benim azık mı elin adamının?
Öte bakkal bekle, beri bakkal bekle; yok bakkal. Gelmedi bir türlü.
Bu arada eski Hükümet Konağının önündeki Pazar Yeri’nin (Cumhuriyet Meydanı) çevresindeki dükkanların önünde şöyle bir kıvranıyorum.
Aaa. Bir de ne göreyim? Bizim Köy’den gelen 6 kişilik diğer grup, o zamanki pazar yerinin Çay tarafındaki bir lokantaya oturmuş bir şeyler yiyorlar iştahlı iştahlı. Kırmızımsı bir yemekle, beyaz bir şeyler var bir de… Yiyorlar önlerinde. Camekândan görüyorum… Onlar da görüyorlar. Öyle ya: Yönleri benden tarafa… Eski pazarın ortasındaki koca çınara doğru bakıyorlar. Hasılı, görüyorlar beni ama, çağırmıyorlar… Neylerine gerek…! Hem para da kıymetli hani? “Ulu orta saçılmaz ki” yani…(!?)
Sonradan öğrendim yediklerinin ne olduğunu? Salçalı köfte, pirinç pilavı ve sütlaçmış meğer! Bilmiyordum o sıralarda böyle şeyler…
Vallahi azığım dükkanda, sen de çok acıkmış idim. Ne diyeyim canım çok çekti doğrusu. Ancak daha sonraki yıllarda oturup aynı lokantada ben de yedim. O günlerin acısını bir güzel çıkardım.    

Derken öğleden sonraki matematik sınavına dair oturumun saati yaklaştı. Karnım da felâket acıktı. Midem kazınıyor. Sabahtan doğru dürüst bir şey yememişim zaten. Böyle de girilmez ki sınava. Aç durulmuyor sınav olmasa bile.
Bizim Bakkal halâ yok ortalarda. Çaresiz fırına gidiyorum. O zamanlar satılırdı; yarım ekmek alıyorum. Ne var ki 25 kuruş param da buraya gidiyor fazladan. Eksik tam 1 liraya çıkıyor. Ancak bunu düşünecek zaman yok. Bulacağız bir çare…
Sıcacık yarım pideyi alıyor, Bozkır’ın ortasından geçen Çarşamba Çayı’nın kenarına oturuyorum. Onu bir güzel afiyetle yiyorum. Gidip, bir musluğa ağzımı dayıyor, bir güzel de su içiyorum.
Sonra? Sonrası malum. Doğruca sınav yeri… Bozkır Cumhuriyet İlkokulu yani.

Sorunsuz ve benzer biçimde Matematik sınavını da atlattık.
Sınav çıkışı sorgulama, yine aynı terane!
Onların cevaplarını beğenmiyorlar, bana da burun kıvırıyorlar. Ancak yine aralarındaki konuşmalara kulak misafiri oluyorum uzaktan uzağa.
Diyorlar ki kendininkilere: “Yok; bunlar kazanamaz!” Ve beni işaret ediyorlar kaşları, gözleriyle: “Kazanırsa şu çocuk kazanır!” diyorlar. Onu da garantilemiyorlar. Neden garantileyemesinler, cevaplar ortada değil mi? Yoksa cevapları mı bilmiyorlar ki?
Canım, yine de belli mi olur?
Her neyse; tevekkel-tü teal-Allah = Tevekkül olalım bakalım; Allah neyler? Neylerse güzel eyler!



23- Sınavdan Dönüyoruz:

Vakit ikindiyi geçkin!
Hattâ akşam ile ikindinin arası! 
Bizim Şaban’ın siparişleri alınacak…
Ancak biliyorsunuz eksildi  onun parası.
Lokum ve bisküvilerin yani.
Bu konu aklımın bir kenarındaydı zaten sürekli.
Ve bu iş nasıl çözmeliydi?
Derken aklıma bizim Ali Öğretmen geldi.
Yavaşça sokuldum yanına.
Utana sıkıla…
Durumu anlattım kısaca.
1 lira para istedim.
Sağ olsun; çıkarıp verdi parayı.
“Babamdan alır, sana veririm!” dedim.
O, “gerek yok” dese de, ben kabullenmedim.
Borçlanarak eksilen 1 lirayı tamamladım.
Şaban’ın yiyeceklerini tastamam alma imkânını yakaladım!

Gittim azık koyduğum bakkala: Açılmış! Hem azığımı aldım, hem lokumla bisküviyi.
Ali Öğretmenimi arandıysam da göremedim. “Akşam yakın; Onları kaçırtmayayım!” diyerek biraz telaşlandım. Hemencecik geçmeleri gereken çıkış yolu üzerine yollandım. Bu arada, yol üzerindeki esnaflardan birkaçına geçmediklerini sordum. Gören olmamıştı. Demek geçmemişlerdi daha.
“Mesele anlaşıldı.” diye düşündüm; beklemeye başladım Onları.

Bir de ne göreyim?
Bir cip duruyor az ileride.
Köy tarafa gidecek besbelli
Bizim köylüler binmişler, içeride!
Beni çağırıyorlar.
“Meymet, Meymet…!  Siğirt… Çabuk ol;  koş…” diyorlar.
Beni cipe binmeye çağırıyorlar.

Hep diyorum ya?
Yine salaklığım üzerimde!
Beni götürecekler sanıyorum.
“Aaaah, ah!” diyorum kendi kendime!
“Görmedin mi ulan, bir çorba bile vermediler sana!
Bir de Köy’e götürecekler bir de?
Üstelik de hayırlarına…
Salaklığına doyma e mi?”

Yorgunum; durur muyum hiç?
Hızla koşuyorum oraya.
Aslanlar gibi biniyorum cipin arkasından yukarıya!
Ama o da ne?
Adamlar para  istiyorlar; hem de acele.
Bereket versin hemen istiyorlar;
“Şimdi susup köyde istemek” gibi bir numara falan yapmıyorlar.
Belki de akıl edemiyorlar?
Bir akıl etseler var ya…!
Kesinlikle yandı çıramız!
Analık duman eder ortalığı vallahi.

“Çıkar, çıkar! Cebinden hemen 10 lira çıkar!” diyorlar.
Boyuna anlatıyorum sizlere…
Bende 10 lira ne gezer. 10 kuruş bile yok.

Sanki onlar durumu bilmiyorlar.
“Olsun madem; Köy’e varınca biz babandan alırız!” diyorlar!
Derhal, “Olmaz!” diyorum. “Kesinlikle olmaz!”
“Cip nasılsa gidiyor; ben hayrınıza sanıyorum!”
Onlar da: “Babanın hayrına mı? İn o zaman!” diyorlar.
Çekip iniyoruz.
Alın, mübarek olsun cipiniz.

Bu arada ortamdan anlıyorum. Meğer 70 liraya tutmuşlar Köy’e kadar o cipi. 6 kişiler ya! Ben de binersem 10 lira düşecek herkese.
Düz hesap; biraz da kese…

İniyorum ben, iniyorum her ne ise?
Hem indiriyorlar;  hem de inişime somurtuyor!
Hoşlarına gitmiyor!
Malum; paralarını ona göre ayarlıyorlar.
“Hadi gidin: uğurlar ola…”
“Harr…!” çekip gidiyorlar.
Köy’e vardıklarında babam sormaya varmış da;
Bir de sıkılmadan; “Yok, biz görmedik!” diyorlar.
Kim bilir? Belki de haklı oluyorlar!

Bu arada baktım, Ali Öğretmenim binmiş eşeğe, Şabanla geliyor.
Beni yolda görünce; “Hadi bakalım!” diyor.
Düşüyoruz yolla.
Gün ise, akşam olmada.
Tamam da
Bir de azık sorunu var başımda!
Öğleyin yiyemedim ya?
Azık kalaba.
Ne kadar yesem de çok artacak!
Bu azığı böyle götürürsem bizim Analık durumdan bir şeyler çakallayacak!
Ne yapmalı?
Ali Öğretmen ile yeğeni Şaban görmeden bu azığı azaltmalı.
Formülü buluyorum?
Biraz yiyor, biraz da çalı diplerine bırakıyorum azar azar!
Arada da numara çekiyorum. “Çok acıkmışım” güya.
Öyle ya:
Onlar da anlamasınlar.
Ne olur; ne olmaz yani!
Ve yol boyunca azığın işini bitiriyorum.
Bir damla bile bırakmıyorum.
Eh, bu da tamam!
Gördünüz ya:
Bu tarz hinlikleri iyi beceriyorum!

Gece saat 01.00 de geliyoruz Köy’e! O zamanlarda bu saat, bizler için çok ileri bir zaman. Neredeyse sabah olacak. Uyku gözlerimden akıyor. Yorgunluk diğer taraftan… Ali Öğretmenlerin evi öbür mahallede. O saatte beni kendi evimize yollamıyor. Kendisi de götürmüyor. Birazcık fazla istirahat edelim istiyor. Zaten evleri de gideceğim yol tarafta. Beni orada yatırıyor. Az dinlenince kalkıyorum. Sabah namazından erken…
Acele gitmem lazım. Dedim ya; ekin işliyoruz “Tepearasının Ardı’nda”. “Geç kalma!” dediler bana. Gecikirsem sorun çıkar sanırım.
Elimi yüzümü yıkayıp çıkıyorum yola. “Tepeaarasının Ardı”, yaya 1 saatlik dik yokuş. Ancak pire gibiyiz o sıralar. Bir atlayışta çıkıyorum oraya. Gün doğmadan varıyorum tarlaya.
Analığım beni görünce seviniyor.
Bizim Şaban’ın Lokum ve Bisküvilerini soruyor. Gösteriyorum; memnun oluyor.
“Al orağı eline, geç ekinin başına.” diyor bana.
Ben de öyle yapıyorum.
Babamın yanında işe koyuluyorum.
Babam soruyor yavaşça: “Nasıl geçtiğini sınavın?”
“İyi” diyorum, kısaca.
Seviniyor!
“Ali öğretmenden para aldığımı” söylüyorum usulca:
Başını sallıyor!
Sorun yok; işe devam…



24- Nihayet Haber Geliyor?

Ve ekinlerimizi bitirip harmana davranıyoruz güzelce.
Kağnı, öküz, döven, atkı, yaba, toz duman…!
Hele o savrulan saman?
Kavrum, kavrum kavuran saman; ve saman tozu…

Köy’ün güneye bakan ve hemen önündeki ”Yazı’nın” orta yerinde, “Boz Belen’deki”  harman yerimizde kaldırıyoruz harmanı o sene. Bir tarafta Mustafa Emmim, bir tarafta biz...
Şevket Emmin, anlattığım o kavgadan beri gelmez Ora’ya. O, Köy Mezarlığı’nın üzerlerinde yeni bir harman ayarladı kendisine. Evine biraz uzakça olsa da.  Ora’da kaldırıyor harmanı.

Aslında çok zahmetli geçerdi harman mevsimleri?
Öyle ya, henüz patoz bile girmemiş köye!
Kağnılarla dağdan bayırdan sap (sürülmemiş ekin) getireceksin. Harmanda gün boyu döven tepesinde döneceksin. Bir yandan sürüp, bir yandan savuracaksın. Kollaya kollaya rüzgârları. Daha olmadı; savrulan samanları taşıyacaksın kağnıyla eve. Arpa, buğday, nohut mercimek. burçak ve sairlerini de.
Toz, dumana karışıyor vallahi.
Harman yerleri yakın birbirlerine; dizi dizi…
Hepimizin çalışması, etkiliyor hepimizi;
Ve her yönden birbirimizi..

Kimi sürmede, kimi savurmada, kimi kağnıda…
Herkes bir iş peşinde…
Arı gibi çalışmada..
Hepimiz hem de.
Çoluk çocuk bir de.
Gücü yeten, yettiğince…
Herkes birbirinden acelece!
Başkasından geri kalmak olmaz!
Millet hayvanı haşatı bırakıverir de;
Dağda yığın, harmanda saman haşat olur vallahi!

Arazilerimiz.dağlık taşlıktır. Yapılan her iş zordur köyde ve özellikle harmanda. Lakin kağnılarla sap getirmesi daha bir zordur. Daha bir riskli hem de.
Çoğunlukla geceden gideceksin dağa ekin yığının başına.
Döneceksin yüklediğin gibi kağnına yükü ki; sabah namazında harmanda olasın…
Bazen gündüz de gidiliyor tabi. İşin durumuna ve fırsatın olumuna göre.

Böyle bir fırsatta gittik o gün babamla sap (biçilmiş ekin) getirmeye. Bindik boş kağnıya. Doğruca tarlaya.
“Arakâhın Başı” denilen yerde bir tarlamız vardır bizim.
Adı üzerinde tam da tepenin başı. Babam o yıllarda satın almıştı orayı. Nice para ve emekle. 6-7 gün çift sürerdik o tarlada. Buna rağmen bir kağnıyı biraz aşkın ekin olurdu. O da bir seferde gelmezdi. Bizler de azar azar, iki sefer yapardık kağnı ile.
Zayıftı tarla yani.
Yine de tarla, genel olarak kıymetliydi o zamanlarda hani.

O gidişimizde sanırım güzel istifledim kağnıya yerdeki yığını. Ekin yığını hani? Öyle ya babam aşağıdan yaba ile uzatıyor; bende yerleştiriyordum geri çulunun içine.
Babam “yeter” dese de ben, “az da şuraya, az da buraya…” derken yerde bir kucak sap kaldı. Hepsi hepsi işte o kadardı!
Tuttuk onu da yükledik hasılı.
Tek seferde getireceğiz artık kocaman yığını!

Çıktık yola.
Babam kağnı çekiyor önde.
Daha doğrusu kağnıyı çeken öküzlerimizi yedeklemede; yol gösterip, kılavuzluk etmede… Bu işi de “çekmek” diyoruz biz.
Ben de kağnının kanatlarının yanındayım. Hem, gitmeleri için öküzlere “Hooo…” diyorum, hem de kağnının kanatlarından yükü dengeliyorum.
Nasıl mı?
Yollar taşlık, kayalık ya!?
Babam her ne kadar düzgün yerden geçirmeye çalışsa da öküzleri; yani yedeklerken önden onları.. Yine de kağnı tekerlerinde birisi bir çukura düşebileceği gibi, bir taş tümseğine de gelebiliyor. Bunlar ise kağnının bir tarafının yere doğru düşmesine, yahut havalara zıplayarak öbür tarafa kaymasına neden oluyor.  Bu düşüm ve zıplamalar fazla sert olursa kağnı devrilebiliyor. İşte o nedenle ben de kağnıyı destekliyorum ve dengeliyorum arkadan. Daha doğrusu kağnının kanatlarından.
Duruma göre bu işi; kâh kanada alttan destek verip kaldırarak, kâh kağnı kanadına kendi yükümü yükleyip, olanca gücümle onu aşağı asılmak suretiyle yapıyorum.

Nasıl…?
Beğendiniz mi işimi?
“Canım ne; cinim ne” idiyse…? (Etim, budum ne?)
Az buçuk savrulmalarda engel oluyorum yine de.
Ağır savrulmaları zaten kim zapt edebilir ki?

Durum bu iken, dikkatlice davranıp, kağnıyı tepeden düze indirmeyi başardık.  Başardık, kazasız belâsız.!
İndiğimiz yere “Arapırtı Koyağı” derler. Adından da anlaşılacağı üzere iki tepenin arasında bir koyaktır Ora’sı.
İşte Ora’yı da geçince, kağnılar için ana yol sayılan daha tehlikesiz bölgelere geleceğiz. Ki oraya da geldik mi iş tamamdır.
Ne var ki, “Arapıtı Koyağı’nın” oralarda bir oluk (su çeşme) vardır. “Kokar oluk” derler. İşte o “Kokar Oluk’un” önleri biraz taşlıktır. Oraları da atlatmamız lazım. Oralar tehlikelidir çok. Asıl orayı da geçersek sorun kalmaz bence.
Tam Oluk’un önünden geçiyoruz; ama o da ne?
Sanırım Babam öküzleri yederken biraz daha dikkatsiz davrandı.
Bir de ne göreyim?
Kağnının benden taraftaki tekeri bir taş tümseğine çarpıp havalanmakta! İş bu kadarla kalsa iyi; öbür taraftaki teker de büyükçe bir çukura düşmekte. İkisi de aynı anda.
Doğrusu büyük tehlike!
Çifte kavrulmuşundan hem de.

Babama, “Öte tarafa çek kağnıyı” demeye dahi fırsatım olmadan olacak oluverdi.
Bir taraftan Babamı uyarırken ben; diğer taraftan kağnının benden yandaki kanadına olanca yükümü verdim ve olanca gücümle asıldım!
Ama o da ne?
Kağnının yükü, ani ve güçlü bir hareketlenmeyle kağnıyı öbür tarafa savurmaktaydı. Değil ben; yirmi kişi olsa sahip olamazdı o kağnıya. Ve devrilmesine.
Baktım kanatlar beni öbür tarafa atacak. Ya bir taraflarımı kırıp sakat edecek, yahut da bir taşa çarpıp öldürecek beni. Derhal bıraktım kağnının kanadını. Ve zevkince devrildi kağnı!
Oh…! Şükür, becerdik işi.
Önledik çift gidiş gelişi.
Bir defa da getirdik yükü.
Doğrusu yükümüz bunca çok ve havaleli olmasa devrilemezdi o kağnı.
Kağnıyı esasen o havale devirdi.

Kağnının kırılan yerleri vardı bu arada.
Şükür hiç birimizde bir sorun yoktu ama.
Önce öküzleri, sonra da yükü ayırdık kağnıdan.
Ve kağnıyı da kaldırdık yattığı yerden.
Bereket yarası beresi azdı kağnının.
Tamiri de kolay!
Kırılan birkaç ağaç çivisi vardı sadece.
Onları da hallettik kendimiz kaza yerinde.
Önce kağnıyı kurduk, bir güzel yükledik sonra da…
Koştuk öküzleri, geldik doğruca harmana...
Ancak çok oyalanmış, vakti akşam etmiştik.
Analığımdan azar işitsek de; geçiştirmiştik.

Eh, böyle işte.
Harmanları da kaldırdık. Samanı taneleri eve doldurduk.
Ne doldurma ya…!?
Bin bir emek; bir avuç ekmek.
Elbet yetmez oda. Yetmez Ora’daki insanlara.

Harman sonu bir iş boşluğu oluşur köyde. Seyrekleşir hani biraz da! 20 gün - 1 ay civarında.
Üzüm serme ve bağ bozumlarına dek.

Erkek olarak gücü yeten her kim varsa;
Amelelik yapmaya giderler Konya’ya!
İşte bu boşluktan istifadeye…
Üç beş kuruş harçlık kazanmaya.
Tuz, gaz parası…! Gaz yağı yani.
Harcadım bitirdim ya hani(!)

Bağbozumlarının arkasında güz çiftleri gelir. Bu işler de bitince garip köylülerim, “Kış Aydını” dedikleri çalışmaya giderlerdi. Kök sökmeye. Ege’nin köylülerine ormandan tarla açmaya, açıvermeye yani. Devletin ormanına sahip çıkmadığı zamanlarda…
Bu arada bazı uyanıklar çıktı kendisine açtı ama.

Harman sonu işler azalır. Çoluk çocuk bizler, öküz, oğlak güderdik ekin biçilen yerlerde. Biraz da görülen başkaca işleri yapardık.

İşte bu sıralardı.
Gününü hatırlamıyorum, ancak o yılın harman sonuydu.
Sanırım Eylül ayı girmese de yakındı. Belki de ilk günleriydi.
Vakit bir ikindi sonu; akşam yaklaşıyordu.
Babam yoktu.
Çalışmaya gitmişti Konya’ya…
Ameleliğe… İnşaat işçiliğine yani.

Bir de ne göreyim…?!
Analığım bana doğru geliyor büyük bir telaş ve heyecanla.
“Müjdeme altın isterim ben!”
Dirseklerini gösteriyor; “Buralara kadar bilezik isterim”, Ereğil’i kazanmışsın Ulan Ereğil’i” diyor.
Gerçekten, O da seviniyor....
Yani görüntü öyle!
Yine de bilemem! Kim bilir?
Belki içten sevindi; belki sevinir göründü!?
Belki halin icabını oynadı, belki de düşündüğü bir başka şey vardı!?
Belki başka bir hesap yapıtı; bilemem!?
Ama sevinirmiş gibi davrandı.
Ben ve işim için yardıma kıvrandı.
Bir tavır değişikliği, kesinlikle ortadaydı!
İçimden çok sevinsem de dışa fazla bir şey vuramadım ben.
Diyorum ki sadece: “Allah razı olsun senden, O’ndan, sizden ve bu müjdeyi getirenden!”

Gidip Hanife Ebemle paylaşıyorum sadece. Çok seviniyor O da.
Dedim ya; “Sinek uçsa, herkes anında bilir köylerde!” diye.
Bu da duyulmuş tabii de. Ve beni kutlayanlar oldu. Haset edenler de.
Sağ olsun kutlayanlar, çatlasın haset edenler…

            ***************

Meğer “davar yatağında” duymuş Analığım. Hem de listede adımı bizzat gören kişinin ağzından…!
Sanırım bu adam “Kınıklının Süleyman” dediğimiz Süleyman Demir olsa gerekti. Bakınız, kazananlar listede adımı nasıl görmüş bu adam? Bunu anlatayım ancak öncelikle şu “davar yatağı” konusunu birazcık açayım:

Her evde ortalama 3-5 kıl keçisi ve 1-2 kara koyun bulunurdu bizlerde. Biraz azı, yahut fazlası… Bunları herkes kendi başına gütmez (otlatmaz), her mahalle kendi arasında ortaklaşırdı. Böylece her mahalleden 1 veya 2 sürü oluşurdu. Bu sürülere “davar”, yada “davar sürüsü” denilirdi. Nitekim, saydığım küçükbaş hayvanların, özellikle kıl keçilerinin de genel adıydı bu “davar...”
Bu sürüler, hayvan sahiplerinin kendi aralarında oluşturdukları bir sırayla güdülürdü. Bu sıraya veya sırası gelen kimsenin davar güdeceği güne “keşik” denirdi. “Davar keşiği…” Keşik, güdüm gün sayısı herkesin hayvan sayına göre değişir, her sıra gelişinde kimisi 1, kimisi 2 güderdi. Bazıları da ilk seferinde 1 gün, diğer seferinde 2 gün güder, kimileri de sıra sektirirdi.
Bu sürüler kış ve bahar aylarıyla yaz mevsiminin ilk dönemlerinde mera ve korularda güdülürdü. Akşamları köye döner, herkesin koyun ve keçileri yolu bilir, kendi evlerine dağılırlardı. Bu mevsimlerde sütlerinin hepsi sağılmaz, bir kısmı da oğlak ve kuzulara bırakılırdı…
Harman aralığı ve sonuna gelindiğinde davarlar artık evlere gelmez, “yatıya” kaldırıldı. Bu iş için davar köye ikindi vaktinde topluca getirilir, her mahallede bulunan “davar yatağı” dediğimiz, yeri yıllar öncesinden belirlenik bir alana yatırılırdı. Sütleri burada sağılır, oğlak ve kuzularla buluşturulmazlardı. Böylece onlar da sütten kesilmiş olurlardı.
Bu davar yataklarından birisi bizim güney mahallenin tam aşıtındaki “Güneyinardı” dediğimiz yerdeydi. Öbür mahallenin ki ise Köyün Bozkır istikametine çıkışında bulunan, köylünün toplama ve sohbet yeri; “Karakütük’ün” az arkası idi.
Davar yatağında sütleri sağılan hayvanlar keşik sahipleri tarafından kaldırılır, tekrar güdülmeye ve “yatıya” götürülürdü. Ortalık kararıp yatsı tavları olunca da yatırılırdı. Bunu “yatı” denilirdi. Davar keşik sahibinin dilediği bir tarlaya yatırılırdı… Çoklukla herkes kendi tarlasına yani… bu işe ve bu “yatıya”, “davar vurma” denilir, bu yoldan tarlalar gübrelenmiş olurdu.
Anlayacağınız her şey bir güzel değerlendirilirdi!
İşte böylesi bir günde, davar yatağında yapılan sağım sırasında duymuştu Okul’u kazandığıma dair haberi Analığım!
Ve bakın nasıldı olay…?

            *******************

Babamın adı “Nurali’dir” benim. Fakat Nüfus kütüğünde “Durali” yazar. Bizim Benimle sınava giden Süleyman’ın babasının adı da Durali’dir. “Terzi Durali” derler Köy’de. Bu Terzi Durali akıllı ve uyanık bir adamdır aslında. Sanırım Ortaokul mezunu olmalı. Belki de tam bitiremedi ve terk… Bilemem orasını. Okutan olmadığı için kendisini, bir ukde olarak kalmış okumak içinde… Ve elinden gelen her şeyi yaptı çocuklarını okutmak için…

Kınıklının Süleyman Bozkır’a gidiyormuş. Terzi Durali O’ndan İvriz’in yazılı sınavlarının açıklanıp açıklanmadığını, açıklandıysa kendi oğlu Süleyman’ın kazanıp kazanmadığına öğrenip kendisine haber vermesini istemiş. Sıkı sıka da tembihlemiş. “Kazandı” haberi için kendisine büyük bir müjde vereceğini” de söylemiş.
Adam doğruca Bozkır İlköğretim Müdürlüğüne gidip sormuş. Açıklandığını ve listenin kendi binalarına ait giriş kapısında asılı olduğunu söylemişler. Adam, kazanan çocukların köylerine bakmış öncelikle listedeki son sıraya... Derken “Yelbeği” yazısını görmüş önce. Peşinden bir geride ki baba adını...  Baksa ki o da “Durali”… Heyecanlanıp hemen yürümüş oradan…
“Tamam…! Terzi Durali’nin oğlu kazanmış…!” Öyle düşünmüş çünkü önce!
Gelip müjdeyi hemen verecek Terzi Durali’ye!
Fakat bir an aklına gelmiş ki: “Sınava giren çocuklardan iki tanesinin baba adı Durali.”  Bu tereddüt karşısında yeniden gitmiş geri. Bir de kazanan çocuğun adını öğrenmeye yani… Baksa ki ben…!?
Gitti muştuluk tabii…
Yine de gelip Analığıma haber vermiş durumu…
Allah hem O’nu, hem de Analığımı müjdeler içinde bıraksın emi…! 

            ***************

Mülâkatlar yakındı. 3 - 5  gün içinde gidilecekti Ereğli’ye.
Derhal babama haber salındı. Müjde verildi. Halin icabı aktarıldı. Hemen köye dönmesi istendi.
Bu arada ben, annemi de görmek istedim. Durumu bildirmek ayrıca.
Babam gelene dek 1 - 2 günlüğüne Gederet ‘e gittim böylece.
       
Durumu anlatıyorum güzelce…
Lakin duyduklarına pek memnun görünmüyor Anam.
“Okuyamazsın Ora’da!” diyor anam! “Senin kimsen yok!”
Anlatıyorum: Ve “Kimseye ihtiyacım yok benim! Beni devlet okutacak!” diyorum. Pek anladığı yok gibi davranıyor Anam. Yine de biliyor olmalı meseleyi ancak yine de öyle davranıyor… Bilemiyorum doğrusu….
“Sana cep harçlığı lazım; onu kim yollayacak? Ben seni tornacıya verecektim meslek öğrenesin falan”  dese de işin üzerinde fazla durmuyor. Kocası Mahmut Efendi ise lafa pek karışmıyor…
Hem belli değil mi kimin vereceği şu üç kuruşluk cep harçlığını… Yine de yokluk işte…
“Hadi hayırlısı falan…” diyor, bense Köy’üme dönüyorum. O an itibariyle Anamın sevinip sevinmediğini pek anlayamıyorum.


NOT: Katabın önceki bölümleri ile devamını okumak arzu edenler;
http://bendeyasadim.blogspot.com/ biçimindeki bağlantıdan okuyabilirler.

Yorum Gönder

0 Yorumlar
* yapılan yorumlar denetlendikten sonra yayınlanmaktadır.
...

buttons=(Accept !) days=(20)

Bozkır Android Uygulamasını Telefonunuza indirin!!!
Accept !