Geçtiğimiz perşembe günü torunum Umutcan ve eğitimci-yazar, fotoğraf sanatçısı
Mustafa Karaçelebi ile birlikte yine yollara düştük.
Zeki Oğuz
Geçtiğimiz perşembe günü torunum Umutcan ve eğitimci-yazar, fotoğraf
sanatçısı Mustafa Karaçelebi ile birlikte yine yollara düştük. Aslında
gideceğimiz yaylayı ben de Karaçelebi’de bilmiyorduk. Karaçelebi’nin bir
arkadaşı bizi Bozkır’dan alacak ve eğleştiği yaylaya götürecekti.
Bozkır’a varmadan Çanakkale’li fotoğrafçı arkadaşım Sevgi Yıldız aradı, o,
Ramazan Bilgili ile Dedemli’ye gitmişlerdi. Konya’ya döneceğini söylüyordu
telefonda. Bozkır’a gelmelerini, ordan birlikte yaylaya gitmeyi önerdim.
Sevgi’de bir fotoğraf delisi. Havada kaptı önerimi.
Bozkır’da bir parkta buluştuk. Bizi yaylaya götürecek olan Ali Şehirli’de
geldi. O sabah erken gelmiş aslında. Yeğeni Fatma biraz rahatsızlanmış, onu
doktora getirmişler. Ramazan’ın işi varmış ona izin verdik gitti. Biz sekiz kişi
bir arabaya doluşup düştük yola.
Çat, Dere, Sorgun beldelerini geçerek Aygır ırmağının kaynağına çıktık. Su
berrak ve buz gibi akıyordu. Mayıs ayında geldiğimde su daha gür ama bulanık
akıyordu.
Zorlu bir tırdmanıştan sonra Sarıot yaylasına vardık. İki yıl önce yine
Umutcan’la bu yolu takip ederek Dipsiz Göle gitmiştik. Sarıot gölünü biraz
geçtikten sonra Aygır çayı boyunca ilerlemeye başladık. Sarıot gölü kupkuruydu.
Onca yağışlı olmasına rağmen mayıs ayında da kuruydu bu göl. Geyik dağının
eteklerinden çıkan Aygır suyu bu bölgedeki bir düdende kaybolduktan sonra birkaç
km.ilerde dağın eteğinden yeniden günyüzüne çıkıyor.
Tam torosların ortasındaydık. Uzaktan bütün gödkemiyle Geyik Dağları
görünüyordu ve biz o dağlara doğru gidiyorduk. Çevremiz ağaçsız düz bir plato
görünümündeydi. Vadi boyunca tek tük söğüt ağaçları vardı. Aygır çayının
kenarları Manavgat yörüklerinin plastik çadırları ile doluydu. Bunların büyük
bölümünün malı, davarı yoktu ama alışkanlıkla her yaz buralara yaylaya
çıkıyorlardı.
Küçük Fatma’yı bırakmak için Taşbaşı yaylasına döndük. Hatice Kalkan’ın
evinde kısa bir dinlenme molası verdik. Evin önünde otururken 82 yaşındaki Ayşe
nine ile tanıştık. Aklı ereliden beri yaylalara çıkıyormuş ama artık dermanının
kalmadığını bir dahaki sene gelemeyeceğini söylüyor. Ona geçmiş anılarını
anlattırdık. Eşi on beş yıl önce ölmüş, iki çocuğu bakıyormuş kendisine.
Manavgat’ın Belenobası Tabaklı köyündenmiş. Köyünde hasat işleri yapıyormuş
gençliğinde, yaz gelince de yaylaya çıkıyorlarmış.
Yayla içinde fotoğraf çekmek için dolaşmaya başladık. Yaşlılar çevremizi
merakla sarıp nerden gelip nere gittiğimizi sormaya başladılar. Bir yaşlının
sorusu ve inatla cevabını öğrenmek istemesi irkiltti beni. Ayrımcılığın nerelere
ulaştığını göstermesi bakımından çok anlamlıydı bu inatçı soruş tarzı.
İlkin nereli olduğumu sordu yaşlı adam. Konyalı olduğumu söyledim bu kere
kürtmüsün, diye sordu. Değilim dememe rağmen inanmadı. İnatla kürde benzediğimi
söylüyordu. Kürt olsam ne olacak, demek geçti içimden ama Mustafa hoca sözü
değiştirdi. Kürt olmadığımı söyleyerek başka yöne yöneldik. Adamlar hala merakla
ardımızdan bakıyorlardı.
Ali Şehirli’nin eğleştiği yayla sekiz on km.uzaktaydı. Yol boyu çevremiz
Manavgatlıların yaylalarıyla doluydu. Sağımdan çıkmış koyun sürüleri yayılıyordu
koyaklarda.
Geyik dağlarına iyice yaklaşmıştık, her yıl bir gece kamp yapmayı alışkanlık
haline getirdiğim Eğrigöle’de yaklaşmıştık ama, o kadar yakın göründüğüne bakma
epeyce uzak orası, dedi Ali Şehirli.
Yol boyu en dikkatimi çeken şey mezarlardı. Yazın yaylalarda vefat edenleri
buralara gömüyorlarmış. Zaten toroslarda nere adım atsan karşına bir yada böyle
kalabalık bir mezarlık çıkar. O mezarların fotoğrafını çekerken bir yörük
fıkrası geldi aklıma. Bir yaşlı yörük hastalanmış, yatalak durumda. Yörüğün oğlu
bir hoca çağırmış, hocaefendi şunu yıka kefenlede gömüverelim,diye. Hoca bakmış
adam canlı daha. Ya bu daha ölmemiş, diye direnecek olmuş ama yörük kızmış.
Yörük kısmı bu kadar ölür, diye.
Gün batmak üzereydi Göktepe Uzunlar yaylasına vardığımızda. Ali Şehirli’nin
hanımı kar çukurunu görmek isteyip istemediğimi sordu. Elbette görmek isterdim.
Bir çocuk önümüze düştü. El fenerimizi alıp Umutcan ile çocuğun peşine düştük.
Sevgi ile Mustafa hoca bir sürünün peşine düşmüşler fotoğraf çekiyorlardı.
Kar çukuru dağın eteğinde büyükçe bir mağaraydı. Su doluydu içi. Yaz
sıcağında müthiş bir soğuk vardı mağaranın içinde.
Akşam yemekten sonra Haşim Eser ile sohbete daldık. Gençliğinde epeyce
davarları varmış, her yaz buraya yaylaya gelirlermiş. Sonra turizm işine girmiş.
Ordan emekli olduktan sonra beş on davar alıp yine yaylaya çıkmaya başlamış.
Nisanın 23 ünde düşerlermiş yola. Uzunlar köyünden çıktıktan sonra Arıkçalı,
Zeytin, Söbüceoba, Senerçaltı, Soğuk oluk, Kuruca yoluyla bu Uzunlar yaylasına
yedi günde gelirlermiş. Ekim ayının sonunda ise aynı yolu takip ederek geri
dönerlermiş.
Yaz ortası olmasına rağmen akşam erkenden ayaz çökmüştü yaylaya. Bu yüzden
üşürsünüz, diyerek çadırımızı kurdurmadı Ali Şehirli. Çadırda kalsaydık sanırım
epeyce üşüyecektik Umutcan ile.
Sabah erkenden kalkıp Bozkır’a doğru yola düştük. Ali Şehirli’nin hanımı da
katılmıştı guruba. Karı koca ikiside eğitimci ve gerçekten kültürlü aydın
insanlar. Yaz tatillerinde yayla geleneğini onlar da sürdürüyorlar.
Cuma günü Bozkır’ın pazarıydı ve orda bol fotoğraf vardı bizim için.
Taşbaşı yaylasında Hatice Kalkan’dan nefis bir çorbanın tarifini öğrendim.
Adı terbiyeli çorba. Katılan malzemeleri okuyunca bile anlayacaksınız nasıl bir
çorba olabileceğini.
Pirinç, yoğurt, un , yumurta sarısı iyice çırpılıyor, kaynayan tavuk suyuna
ilave ediliyor ve sürekli karıştırılarak pişiriliyor. Çorba piştikten sonra
üzerine kızartılmış tereyağ dökülerek sofraya konuyor.