Recent Comments

BEN DE YAŞADIM (3. Bölüm)

Çocukluğuma ait ve o günlerdeki Bozkır’ımızın sosyokültürel, sosyoekonomik ve yaşamsal bir kısım çevrelerinde gelişen bazı olay ve olgulardan derleyerek “Ben de Yaşadım” adını verdiğim anısal romanın  ilk 12 konusunu iki bölüm halinde geçtiğimiz haftalarda takdirlerinize sunmuştuk.
Bu defe da 16. konu dahil olmak üzere beğeni, takdir ve yorumlarınıza sunuyoruz. Umarız ki beğinir, ilgi ve zevkle okursunuz...




13- “Çektiğimiz  Acılar Dipten Gelir Emmi”

Evet; “kader” dedim de…
Dediğim gibi, size birisinden küçük bir kıssa anlatayım burada izninizle.

Birisi dediğime bakmayın. Bizden birisi O.
Adı Hatice.
“Kulaklının Hatıca” da derler kendisine, “Lütfü Karısı” da.
Yine bu ikinci sanı O pek beğenmez sanıyorum. Çünkü Kocasından bir hayli çekti aklınca. Belki kocası da O’ndan.
Ben detay bilmiyorum bu konuda. Yalnız bildiğim şudur ki: Üzüntülerle bir hayli yıprandı bu hayatta. Fakat yine de dik duruşunu sürdürmektedir her zaman olduğu gibi zannımca.
Kendisi Anne tarafından akrabamız olur. Benim de baba tarafımdan yani. Bu nedenle de gördüğü zaman bana “emmi” diye hitap eder.
Sağ olsun. Onurlandırır beni. Kendisi yaşça benden biraz büyük olsa da bu hitabı, bana verdiği bir payedir aslında.
Çünkü burada güdülen gayret yaş değil kadir kıymettir.
Bu tarz hitaplar vardır Anadolu’nun birçok yerinde. Baba taraf akrabalar birbirlerine, karşısında büyük olsun, küçük olsun “amca” yahut “emmi” diye hitap eder mesela. Bu hitap “amcazade” veya “emmioğlu” demekten çok daha geniş kapsamlı bir hitaptır anlayacağınız.

Sadede gelelim biz:
Beni her gördüğü yerde bana:
“Bu çektiklerimiz hep kökten (dipten) gelir emmi!” der. “Geçmişlerin kusurlarının cezasını çekeriz biz….” Ve anlatır; anlatır…
Kapsamı ve bakış açısı itibariyle yerden göğe kadar haklıdır aslında.
Ben de söylerim hep, “Dün olmasaydı bugün olmazdı!” yahut “Bugün dünün üzerine binadır!” diye. Benzer şeyleri kast ederim yani.
Evet bir bakıma geçmişimizin, hatta ırak geçmişimizin kusurlarının ceremeleriniz çekmekteyizdir bazen.
Ne var ki bu bir ceza olmayıp yazgıdır bizim açımızdan; kadersel bir yazgı.
Çünkü oralara dahletme olanağımız yoktur. Tesir eder gelir bu geçmiş bizim hayatımıza. Genler değil, olay ve olgulardır bunlar. Aldıkları kararlar ve uygulamalarıdır hayata dair.
Hattâ bazen bunlar, çok ağır ve onulmaz olarak etkilerler geleceğimizi. Nice çabamız kurtarıp kotarmaya yetmez başımızda o istenmedik işi. Çünkü ta uçurumların dibinden, nice eksilerle başlamak zorunda kalmışızdır hayata…
Ancak yine de bu sözlerimiz geçmişlerimizi suçlamak anlamında değildir. Biraz teselli, biraz işi anlama, algılama, ona göre geleceğe yön ve yol verme çabasıdır belki. Ders alma… Ve aşamadığımız kadere rıza… Bir türlü da savunu… ve, vesaire…
Bu vesileyle hatırlatmak isterim ki:
Hepimiz birbirimize emanetiz. Ana babamız., özellikle yaşlılıklarında bize emanettirler. Ve çocuklar da… Onlar da emanet edilenlerdendir bize. Allah’ın bir emaneti. Onlar bizlerin değil, Allah’ın birer kuludurlar. İstikballeri vardır… Onların bize karşı sorumlulukları elbet kendilerine ait olan bir yüktür. Kendileri bilirler bir bakıma. Kendilerine malik oldukları zaman yani. Lakin bizim onlara karşı olan sorumluluklarımız daha bir hassastır. Özellikle âti bakımından.
Dolayısıyla çocuklarımızı kendimizin olarak göremeyiz. Onları geleceğe dair yönlendirir, yol açar, yahut kaparken kendi çıkarlarımızı ön planda tutamayız; tutmamalıyız! Bu hata çoğu insan tarafından yapılmaktadır maalesef. Çocuklar da rıza gösterebilmektedir buna. Özellikle ergen oldukları halde. Oysa her iki tarafın da hakkı yoktur buna.
Dinsel açıdan da yol yoktur bu tarz şeylere.
Dolayısıyla “Cennetin anaların ayakları altında olma” olgusu, anmakta olduğum bu husustan ayrıktır. Peygamber efendimizin bu güzel sözü, ne hiçbir ebeveyni, ne de hiçbir evladı yanıltmasın. Ana - babanın evlat üzerinde hakları varsa da, evlatların da ana baba üzerinde hakları vardır.
Bahsini ettiğim bu hak ülkemizde pek de nazara alınmamaktadır ne yazık ki!
Dolayısıyla hiçbir ana baba, kendisine emanet edilen kullar / çocukları üzerinde, bizzat kendi öz canlarına ait çıkarlarına göre, yani çocukların çıkarları hilafına girişimlerde bulunmamalıdırlar. Buna kimsenin hakkı yoktur.
Gücün yetmemesi, şartların elvermemesi, bilememe, akıl erdirememe, vb. durumlar elbet bu söylediklerimden müstesnadır.

Yine bu konuda son söz olarak söylemek isterim ki:
“Ana - babalar, çocukları üzerinde, ana - babalık haklarını icra ederlerken, kendi çıkarlarını öne alarak, sırf bunlar uğruna onlara ait hayatların olumsuz yana yön değiştirmesine yol veremezler; neden olup, yol açamazlar!”

Yine de Rabbim, fena bildiğimiz birçok şeyden nice iyilik ve güzellikler bahşeder, iyi ve güzel bellediğimiz nicelerinden de sayısız olumsuzluklar yaratırsa da bizler izin, bu durum istisnadır aslında. Ve işlemekte olduğumuz konuya dair değildir çokça. Genellikle O’nun sünnetullahı, düzenin kurallarına göre işlemesine fazla dahletmemekten, kulun eylem ve iradesini onaylayıp varlık alemine çıkarmaktan yanadır. Durum budur. Öyleyse yukarıda andığımız tür davranışlar esasen “Cennetin anaların ayakları altında olması” olgusuna kesinkes aykırıdır. Bu olgu daha ziyade ebeveynin güçten düşerek evlâda muhtaç olduğu dönemlerle ilgili olsa gerektir. Bu nokta onlara “of” bile dememek” şeklinde belirecek bir hizmet ile hürmettedir. Bu ise evlâdın üzerine vazifedir!
Buradaki aykırılığı ve konunun gerçek anlamını zamanında bilememek, fark edememek, şahsen bana çok pahalıya mal olmuştur. Salaklığımla birleşen bu cehalet, ancak acı acı tecrübeleri yaşadıktan sonra gitmiştir. O da bir nebze…
Bu bakımdan, eğriyi doğruyu göstermenin, gösterilmenin önemi çoktur bu hayatta. Doğrusu ben hayat için önemli olan pek çok şeyi, acı acı tecrübe ederek öğrenmek zorunda kalmışımdır. Bu yön itibariyle de tekrar etmek isterim ki:
“Ne mutlu, kendilerine hayata dair güzel yolları gösterenleri bulanlara. Sadece önerip, zorlamayanlara… Maddi manevi baskı uygulamayanlara… Ne mutlu bu yolları gösterenlere, gösterebilenlere…”
Elbet bahsini ettiklerimin hayattan kopuk boş kitabi bilgiler olmadıklarını hepiniz biliyorsunuz!

Burada konumuzla bağlantılı olarak normal aile düzeni içinde olanlara birkaç cümlem olacaktır burada:
“Ey tipik, yani normal aile düzenin mensupları!
Durumunuza sevinin, şükredin ama sakın böbürlenmeyin! Atipik, parçalanmış aile ve bireylerini kınayıp kendinize paye çıkarmayın! İçinde bulunulan durumu tamamen kendinizden, kendi iyilik, güzellik ve başarınızdan sanmayın! Karşınızdakilerin durumlarını, onların fenalıklarına vermeyin!… Ve onları kınamayın! Sorgulayın ama yargılamayın. Hele hele asla mahkum etmeyin:! Sadece anlayın!
Sözünüzün nereye gidip geldiğine de dikkat edin!
İyi bakın kendinize; bir çoğunuz yapmayın dediklerimi yapmaktasınız maalesef. Üstelik de herkes kendi aynasına iyi baksın. Başkasının gözündeki mertekle uğraşacak yerde kendi gözündeki saman çöpüyle ilgilensin.
Eğer saman çöpüyse…  Yani asıl mertek, kendindeki değilse…”

            ********************

Bu işe“kader” dese de anam, az evvel de kısaca andığım gibi, çok şey kaybetti aslında hayatından. Zannımca hiç huzur bulmadı. Rahat yüzü görmedi. Sürekli savaştı durdu. Her şeyle, ama her şeyle… Şartları geçin; kendiyle bile… Ne emekler heba etmedi, nice umutlar…? Beni de, beni de bile…?
Olmaya çalıştı durdu. Aklına gelen her çareye başvurdu. Her gittiği yere bir bina, bir bağ, bir bahçe dikip, bin bir emek ve bir ömür verdi. Zaman, zaman düştü savruldu, Zaman, zaman oldukça şaştı şaşırdı. Ama hep kaybetti. Aslında mali olarak da hayli zengin bir kadındı. Ama hepsini kaybetti, hayatını da. Çok çalıştı, çok çabaladı… Yemeye gelince azıcık bir şey tüketti; kıt kanaat onu da! Ve halâ öyle.
Anamın mali durumunun o sıralar bir hayli iyi olduğunu söylesem de bu durum elbette  kendi çevre köylerimiz ölçeğindeydi. Gerçi O yıllarda dışa / şehre ve başkaca yerlere göç pek fazla değildi. Henüz başlamıştı.
Bizlerde çalışma bol, gelir az olsa da tarla takka pek kıymetliydi o sıralar. İyi Para ediyordu doğrusu.
Nitekim anlatmakta olduğum günlerden 1 - 2 yıl sonra uhdesindeki tarlaların bir haylisini sattı Anam. Zamanın parasıyla 45 - 50 bin lira civarında peşin para olduğunu söylerlerdi yanlarında.
Bu Parayla İzmir-Torbalı Ayrancılar’a göç etmişlerdi. Şimdilerde 30 bin nüfuslu bir belde olan o zamanın köyü içinden, yani yerleşim yerinin orta göbeğinden 4 dönüm şeftali bahçesi almışlar, içine de bir ev yapmışlardı.
“Artan parasıyla Torbalı Ovası’ndan 400-500 dönüm tarla alabileceğini” söylerdi anam. Ben gidip görmedim o zaman oraları. Lakin o yıllardaki mali durumunun ölçütü buydu. Bu maddi varlığın tümünü heba etmişti bu çırpınışları arazsında. Sair çalışmaları da boşa çıkmıştı. Ve kimselere yar olmamıştı bunlar. Maddeten ve manen.
Yanında iş bilir, din ve diyanet bilir, akıllı ve bilgili bir adam vardı çünkü. Adıyla sanıyla Mahmut Efendiydi O. Birazını anlattığım Anama ait bu tarz zaaflardan, zaman zamanki O’nun bunalmışlıklarından yararlanmayı hep iyi bildi bu Mahmut Efendi. Anlatmakta olduğum Kocası yani. Zeytin yağı gibi sürekli üstüne çıktı işlerin… “Siyaset” derdi bunlara; kurduğu planlara, oyun ve tuzaklara… “Dünya siyaset üzerine dönüyor!” deyip deyip, bir de övünürdü mübarek bu yaptıklarıyla…
Eh…! Hakkını verelim: Akıllı adamdı.
Biraz da mektep medrese görüp, mürekkep yalamış bir adam....
Rüştiye (Zamının Ortaokulu) terkti. Bununla da övünürdü. Hem Rüştiye’de  okumuşluğu, hem de terk etmişliği ile…
Terk etmişti; öyle ya: Gavur icadı, fen bilimleri okunmaya başlanmış, buna ise anası razı olmamıştı. O da anasının rızasını tahsil etmişti.
Keşke ben etmeseydim! Ah keşke…! Salaklığıma doymayayım. Zaten her zaman, salaklık derecesinde saf bir yanım olmuştur benim. Hayatımı, kendimi, yapabileceklerimi harcatan çok azına razı olmama sağlayan bir yanım…



14- Dedemle Hanife Ebemin Sevinci:

Yukarıda bahsini ettiğim anama yönelik bu, “El aşağı (ova) sen yukarı (dağ) gittin! Hem onca çocuğun babası ile evlenilir mi?” biçimindeki kınanmışlıktan ben de nasibimi aldım elbette o sıralar.
Bolca hem de…?
O ortamı hiç bir zaman sevmesem de, sevemesem de…?
Daha ileriki yıllarda Annemi ziyaret için Ora’ya gidip de, her dönüşümde:
“Yine Gederetten mi geliyorsun ay Meymet?” diyenlerden sıkılıp, utandım hep! Çünkü kinaye ediyorlardı sürekli…  Ve, kendi akıllarınca dalgalarını geçiyorlardı benimle…

Bu “Gederet” konusunun beni kıran bir yanı daha vardı!
O da kendi Köyümüzün kültürel algısıydı?
Şöyle ki:
Köyümüzün insanları biraz kendini beğenmiş, gösterişe düşkün ve benlik davası güden yapıda olsalar da düzen, intizama, temizlik ve güzelliğe çok önem verirlerdi. Gerçi halâ da öyledirler…
Zamanın toprak damlarının “çelen” adını verdiğimiz saçakları her köyünkinden daha güzeldi. Binalarda kullanılan taşlar, o taşlarla yapılan yapılar ve binalar bile…
Duvarlarımızı asmalar, dam başlarımızı rengarenk çiçekler süslerdi.
Çevredeki suyu en kıt köy olmasına rağmen her köyden yeşildi… Suyu çok aramayan ağaç türleriyle bezemişlerdi köyün her yerini…
Gerek sokak aralarında, gerek sair orta yerlerde pislik göremezdiniz asla. Günlük temizlenirdi... Herkes kendi evinin önünü ve çevresini… Bu nedenle de her yer doğal ve pırıl, pırıldı.
Sabahları, dağ ve tarla işlerine oldukça erken gidilir, ikindiye doğru da günlük tarla işi bitirilir, köye erkence dönülürdü. Hemen birer banyo yapılır, iş kıyafetleri çıkarılarak en güzel giysiler giyilirdi. Köy içindeki işlere ve gezintiye de böylece çıkılırdı…
Temizliği azami riayet gösterilir, köye “bit” uğratılmazdı. “Bit” deyip de geçmeyin; o yıllarda ciddi bir sorundu bu. Üstelik tüm ülkede… Özellikle toplu yaşanan yerlerde, şehirlerdeki kenar mahalle ve köylerde…
Bu vb. uygulamalar yaygın ve oturmuştu Köyümüzde… Lakin çevre köylerden bazıları, saydığım bu hususların hiçbirisine pek riayet etmezlerdi o yıllarda.
Anlattığım durum karşısında köylülerimiz kınarlardı bu tarz köyleri… O köylerde yaşayanları…
Bu konudaki yoğun kınama ve eleştirilerinden biri de “Ora’sı” hakkındaydı.
Bu kınamaya konu edilen olgu, doğru ve bir gerçeklik miydi; yoksa vehim miydi? Doğrusu onu bilemiyorum. Ancak durumu Bizim Köylüler böyle değerlendiriyorlar ve bu kınamayı yapıyorlardı!
İşte bu durumdan biz de nasipleniyorduk.
Daha doğrusu ben de…
Sanki bana neyse…
Anamın yanına gidiş gelişlerim sınırlı da olsa her dönüşümden sonra ciddi bir “bit kontrolüne” tabi tutulur, her ihtimale karşı güzelce yıkanır, çamaşırlarımı değişirdim..
Yine de bu durum yaralardı beni…
Öyle ya; “Ne de olsa Anam Gederet’teydi! Gederet’te olan benim Anamdı.!”

İşin bir de, “parçalanmış ailelerde yada ana veya babası ölmüş çocuğa kimin sahip çıkacağı konusuna dair olan” değer yargıları boyutu vardı ki bu da önemliydi. Sanırım durum halâ öyle…
Bu yargısal anlayışa göre bizlerde, çocuktan baba taraf sorumluydu. Hiçbir baba ve baba tarafı bu sorumluluktan kaçamazdı. Çocuğun babası ölse bile… Kaçınırsa, adeta toplumsal dışlanmaya maruz kalırdı. Eğer sağ ise baba, bulup birisini (nasıl evlilikse evlenip) baktırmalıydı(!) çocuklarına… Hele bir de dört başı mamur kendi ana babası falan yoksa… Ve yandı keten helva… Aynı, sonraki yıllardaki ben…!
Ana asla sorumluluk hissetmez; “Ben babamın evinden mi getirdim?” deyip, çıkardı şuraya. Ki annenin bulunduğu ev tarafı da pek kabullenmezdi anne yanındaki çocuğu. Kınarlardı onu; o çocuğu. Ayıpsarlardı…  Ve, “Taygeldi” derlerdi ona. Ne ayıp, ne ayıp ama…?
Satın alınan kısrağın arkasında gelen erkek tay yani!
Andığım değer yargılarını yargılayacak değilim burada. Ne var ki; yanlış yada doğru, değer yargıları dışlanarak yaşamak da olası değildir elbet hiçbir toplumda. Ancak sözüm şudur ki şurada: Her kim sahip olacaksa çocuğa... Gerektiği gibi sahiplensin sadece… İki arada bir derede bırakmasın!
Vay çaresizlerin haline…!
Gereken çareyi bile bulamıyor çünkü de…

            *******************

Biz yine konumuza dönelim!
“Gederet’ten” Köyümüze döndüğümüzde Fatma Ebemin evinde fazla eğleşmedim. Kargaşadan yararlanıp bir koşu yukarı, güney mahalledeki kendi evimize çıktım hemencecik.
Dedemler evimizin alt katında otururlardı. Güneye, Köyün önündeki yazıya, oradan engin Göksu Vadisine ve ufuklarda göz alabildiğince uzanan o görkemli Toroslar’a bakan iki katlı evimizin alt katında. Babamla Mustafa Amcam ise evimizin üst katında otururlardı. Amcamın giriş kapısı doğuda, babamınki ise batıdaydı.
Dedemin kapısı çift kanattı. Bunlara “kavşurma (kavuşturma) kapı” denirdi. Bu tür kapılar hali vakti iyi olan ailelerde bulunurmuş vaktince. Öyle diyorlar; bilmiyorum. Dedemin hali vakti nasıldı; onu da pek bilmiyorum!? Tek bildiğim; kimseye muhtaç değildik. Kendi azımızla kavrulup, kendi çoğumuzla yoğruluyor. Kendimizi fakir gibi görmedik hiç. En azından bir göz tokluğumuz vardı bu anlamda.

Vakit akşamdı. Akşamın loşuydu. Yavaşça ve sevinçle açtım “kavşuma kapımızı”. Biraz da sürpriz yapacağım hani aklımca... Yavaşça açtım, sessizce kapattım kapının bir kanadını. “Sokak” tabir ettiğimiz evin giriş odasındaydım artık. Yavaşça ilerledim, sokak odamızın sağ kolundaki oturma odamızın kapısına yöneldim. Kapıyı hızlıca açıp, atladım içeriye! Bir sevinç, bir sevinç bende… Dedemle Hanife Ebem otuyor ocak başında. Girdiğim gibi sağ karşımda… Güneye bakaniki küçük penceremizin arasında...
Ama o da ne?
Ocağın biri bir yanına, diğeri onun karşısına oturmuş ağlaşıyordu Dedemle Hanife Ebem. Benim için ağlaşıyorlardı! Benim yokluğuma... Ve içinde bulunduğum duruma… Belki de çaresizliklerine…
Hızla kapının açılıp, içeri girişime irkildiler…
Aaa; o da ne…?
Baktılar ki ben…!
Nasıl şaşırdılar, nasıl sevindiler görmeliydiniz!?...
Asla unutamam o sevinçlerini. Koştum kollarına atıldım. Dünyalar bizimdi artık.
Dedem: “Asla bırakmam seni bir daha; korkma!” dedi.
Bir daha da bırakmadı.
Ne var ki ömürleri az daha vefa etmedi…! O erken gitti; bari Ebemin edeydi vefa ömrü… Yine de çok sığındım kucağına… Allah da O’na açsın kucağını!
Allah’ım, cennetinde kavuştur hepimizi!



15- Bir de Dayak…

Aynı yılın güz mevsimiydi. Gittiği yerden Anam Bizim Köye gelmişti. Yalnız değildi tabii. Konumuzun önemi bakımından diğerlerinin kimler olduğunu tam anımsayamıyorum. Lakin bunlardan birisi, Anamın Ora’daki üvey kızlarından birinin kocasıydı. Yeni Damat yani. Durmuş Ali adı da. Durmuş Ali İnanmaz!
Gördüğüm kadarıyla çift sürmeye gelmişlerdi Köy’e.
Yazı’da, Yukarı Kuyu’nun hemen üstündeki tarlayı…
Öyle ya, tarla takka cinsinden Anamın bir çok malı Bizim Köy’deydi henüz. Maldan da önemlisi Annesi…

            **************

Bu annesi meselesi aslında büyük sorundu. Götürülmesi gerekiyordu O’nun da Gederet’e. Öyle ya kadıncağız yaşlıydı. Annem ise hayatta kalmış tek evladıydı Eh; sorumluluk meselesi.
Üstelik Delimam Dedemden intikal eden malların büyük bir bölümünün varisi de O’ydu. Kendi taşınmazları ha keza...
Öyle ya: Sırf Delimam Dedem itibariyle Annemin payı 3/40 civarında, Fatma Ebeminki 10/40 idi. Fatma Ebemin ayrıca kendi şahsi malları da vardı elbet. Üstelik haylice. Belki bundan daha fazla… İşin bu yönü Anam için pek önemli olmayabilirdi. Hatta kocası için de…. Ben oralarını da, işin bu yönünü birilerinin önemseyip önemsemediklerini de bilmiyorum. Sadece durumu ortaya koyuyorum. Hepsi bu.
Ancak yaşlı anasını köyde bırakamazdı. Bu bir gerçekti. Fakat O pek gitmek taraflısı değildi. Ne var ki ilerleyen günlerde buna da bir çare geliştirdiler. Fatma Ebemi bizlerden ve çevresinden koparıp götürdüler.  
Evet götürdüler…
Bu götürüşü, bu dayatan sonra anlatalım ama!

            ********************

Köyde görülecek başkaca ne işleri vardı bilmiyorum ancak kalabalık ve cümbür cemaat gelmişlerdi.
Anam değil mi? Gitmez miyim? Gittim tabii. Hem bu şartlar altında karşı tarafı benimsemek de durumun icabı gibiydi. İntibak etmek lazımdı. Kin tutup küsecek kadar büyümemiştim daha. Üstelik böyle şeyleri öğrenmemiştim bile.

Ertesi sabah baktım, bizim tarla sürülüyor. Kim tarafından mı? Biraz evvel andığım Damat tarafından…
Yanına indim; kim bilir neden!?
Belki benimseme gayreti, yahut da doğrudan doğruya benimsemişlik! Malum ya; damadın sürdüğü tarla ne de olsa bizim!
Vardım, biraz takıldım oralarda. Bu arada nasıl gördüysem; baktım damatta bir bıçak var. Bıçak dediğim el bıçağı; sıradan bir şey. Öyle ahım, şahım falan sanmayın!
Bıçağını istedim oynamak için. Ne halt edecek idi isem?
O da verdi.
“Sakın kaybetme, falan” diye de tembihledi.
“Olur” dedim; ayrıldım oradan.
Az yukarıdaki evlerin arkasında oynaşan çocuklar gördüm. Onlara ben de takıldım. Ne kadar zaman geçti bilmiyorum ama bir hayli oynaştık.
Derken anam yanıma geldi yanıma; bıçak aramaya. Bir de baktım; bıçak yok elimde. Öte bıçak, beri bıçak, yok bıçak. Yok işte; kaybolmuştu.
Cep falan aklınıza gelmesin sakın ola. O zaman bizlerde pantolon falan aramayın. Fistan giyiyoruz öylece. Cep falan ne gezer. Altında don bile yok.
Düşmüş işte bıçak elimden, nerelere düştüyse.
Gerçi oynadığımız yerden hiç ayrılmadık. Ev yapmak için oraya bırakılmış, bir duvar taşı yığının etrafında oynayıp durduk hep! Ama yoktu işte bıçak. Elimden bırakıverdiğim bir sırada belki de çocuklardan birisi almıştı bıçağı. Ne bileyim? Hatırlayamıyorum işte.

Neyse; Anam döndü gitti.
Vardı tarlaya. Damatla bir şeyler konuştular. Damat fırladı havalara!
Kulak kabarttım: “Bıçağım da bıçağım” diyor adam.
Anam “Yenisini alıvermeyi” teklif ediyorsa da bir türlü kabul etmiyor. “İllâ da benim bıçağım…!” diyor.
 Eşi menendi yokmuş bıçağının. Asla bulunamazmış onun gibisi.”
 Vav…!
Mübarek adam!
Madem bıçağın öyle değerliydi, niçin verirsin bir tutam çocuğun eline? Öyle değil mi ama?

Bu arada Anam iyice kızıyor…
Tekrar yanıma geliyor. Daha bir sert bana karşı!?
Beni de alıyor bir telaş!
Ara bıçak, tara bıçak, yok bıçak...!
Anam fitil oluyor. Beni kaptığı gibi omzuna alıyor. Üzerimdeki fistan açılıyor; sırtım çırılçıplak. Anamın omzundan göğüslerine doğru baş aşağıyım artık.
Zaten kaç paralık canım var ki?
Makine gibi çalışıyor Anamın elleri sırtımda. Kendisi deli gibi… Vurdukça vuruyor vallahi.
İnanır mısınız? Sırtım yara oldu o şamarlardan!
O güne dek hiç dayak yememiştim. Ne Anamdan ne de bir başkasından.
Gerçi bundan sonra da yemediysem de o sefer dayağı da yedik şükür elhamdülillah (?)

            *******************

Az önce de dediğim gibi işte bu dayak ve yukarıda anlattığım tokattan sonra, gerek çocukluğumda, gerek okul hayıtım ve sonrasında, dayak, değnek tokat yemedim ben.
Sadece bir defa öğretmenlerimden birisi yanılarak kulağımı çekti. Hepsi budur. O da 6 yıllık İlköğretmen Okulu’nun 3. sınıfında ve bir tarım dersinde oldu. “Hâvan Herif” dediğimiz bir öğretmeniz tarafından…
Öyle kavgalara karışmaya falan da meydan vermedim. Korkudan değil, elimden geldiğince işlerimi medeni unsurlarla çözmeye çabaladım. Bu alanda da çocukluğumda ne gördüysem onu uyguladım!

            *****************

Ben ağlayarak kendi evimize tarafa gittim. Oralarda biraz eğleştim. Daha sonra elimi yüzümü yıkadım; sonra girdim içeri. Belli olmasın diye. Dayak yediğim hani ya! Ve suçum da…! Anlayacağınız yediğim dayağı da belli etmedim dedemlere. Suçluyum (!?); kendimce suçlanıyordum ya? Onlar da anlayamadılar zaten.
Şimdi, “Bıçağıyla bir yatasıca” desem olmayacak adama.  Rahmetli oldu O’da. Allah kusurlarını affetsin! Varsın nur içinde yatsın! Değil bıçak yarası, hiçbir yara görmesin.

Allah Anama da hayırlı uzun ömürler versin… Hiçbir yerinde yara bere göstermesin! Acı ağrı duymasın! Allah gecinden verisin! Gittiğinde mekanları cennet olsun! Öbür yanda asla eza çekmesin! O günkü sırtımda yaptığı yaralar kefaret olsun O’na! Yani Anama… 

Sizler asıl, bir başka sevincime bakın benim:



16- İlk Pantolonum:

Yukarıda da okuduğunuz gibi fistan giyerdik bizler çocukken. Neredeyse ilk okula gidene dek. Yokluk vardı. Terziye falan para verilmezdi. O fistanları analarımız dikerdi. Benimkini de Hanife Ebem! Eskiyen yerlerine de rengarenk yamalıklar dikerlerdi.  Ellerine geçirebildiklerinden…
Altında don dolak, iç çamaşırı, gömlek falan olmazdı. Sadece bir fistan… Hepsi bu!
Sonraki yıllarda don dikilirdi bizlere. Aynı şekilde yine o öpülesi ellerde. Dış donu yani. Yukarı yanımızda işlik (bir nevi gülmek), alt yanımızda dış donu. Ağları geniş; neredeyse Adana Şalvarı… Analarımızın el hüneri…
Amerikan kaput bezinden dikilirdi çokça. Hazır alınamazsa şeker çuvalları kullanılırdı bu hususta. Durumu daha iyi olanlar alacadan dikerlerdi; alaca bezden…
Durum buydu. İşte o donlardan giyerdik artık dağa bayıra giderken.
Kendimi görmez de pek gölerdim çocuklara ben, arkalarından izlerken.
Öyle ya: Kuyruk gibi çarpardı sağa sola!
Giydikleri donların ağları da…
Hani; çocuklar yollarda gezerken!
İşte bu yıllardı; dedem bana bir pantolon (pontul) diktirmişti. Hem de kadifeden…
Kahverengi ve çizgi desenli kadifelerden.
Aslında oldum olası çalım satmaktan hiç hoşlanmam. Hattâ utanırım ben!
Yine de giyiyorum…
Giydiğimde, yan gözle görüyorum?
Geçilmiyor gıpta edenden!
Dedeciğim benim! Allah’ım seni de öyle bir giydirsin ki, sana da gıpta etsinler. Ve gıpta edenlere de giydirsin Allah’ım! Haset edenleri değil…
Eh, hasetçiler de kendilerine çeki düzen versinler.
Geçip gidenleri de bağışlasın Allah!

            *****************

Bu pantolon aslında başıma bazı işler de açmadı değil hani.
Bir de anamın bana Gederetten getirdiği yiyecek türü hediyeler. Amasya elması, ceviz falan…! Hani Bizim Köy’de pek bulunmayan…
Saf bir yanım var ya yani?
İşte tüm bunlarla birleşen işler…
Bazıları çok varlıklı sandı beni. Bizi yani! Eh, ekmeğimiz kendimize yeterdi. Kimseye gıpta etmedik şükür!

Durum bu iken, Şevket Emmimin Hamdi çıkageldi bir gün yanıma.
Yalnız değil; mahallenin cümle çocuğu yanında.
Neymiş Efendim; “Antika eşya bulacaklarmış…!?”
O yıllarda Köy’de antikacılık pek revaçta.

“Düşünde görmüş” Emmimin Hamdi. “Köyden koruya, doğu, yani Konya istikametine çıkılırkenki, bir karslıkta (bir nevi çöplük) antika eşya varmış. Kazılırsa mutlaka çıkarmış. Satınca çok para yaparmış…”
İyi de git kendin kaz; bize ne? Niye paylaşıyorsun onca parayı bizimle? Bizdeki de akıl işte!  Çocuk aklı… Eh; saflığım da üstümde. Güya iyilik yapıyor Hamdi bize…
Ama yapar O. Çok yaptı zaten? Uyanık asker(!) Git emsaline takıl madem. 7-8 yaş da büyük bizlerden…?
Görünürde hepimizde bir sevinç. Ben de takılıyorum peşlerine. Doğruca tariflediği Karslığa... Elinde kazma; O kazıyor biz seyrediyoruz! “Ne çıkacak” merak ediyoruz?
Biraz kazınca; aaa…! O da ne? Bir bacağı kırık, küflü bir saç kırkma makinesi… Güya havalara uçuyor Hamdi. “Tamam; işte bulundu! Bulundu antika; bulundu…!”
Bizler de seviniyoruz! İyilik olsun, güzellik olsun bence.
Allah bolca versin herkese…
Ama iş öyle değil, dümen bize dönmede…?
“Allem edip, kalem edip” o küflü makineyi satıyor Hamdi bana.
Üç – beş ceviz ile bir elmaya…
Ulan tutup istesen ya!
Vermeyen mi var sana?
Kandırma da nenin nesi…
Ey Allah’ımın; akıllı serserisi…!

Durumu anlayınca çok kızıyor Mustafa Emmim bana...
Hani şu malum saflığımdan yana.
Allah’ım hep iyilikler ve iyiler ver Amcama.
Hamdi’ye de bolca bolluklar… Ve mutluluk veren gürlükler…
Hem burada; hem orada…

NOT: Katabın önceki bölümleri ile devamını okumak arzu edenler;
http://bendeyasadim.blogspot.com/ biçimindeki bağlantıdan okuyabilirler.

Yorum Gönder

0 Yorumlar
* yapılan yorumlar denetlendikten sonra yayınlanmaktadır.
...

buttons=(Accept !) days=(20)

Bozkır Android Uygulamasını Telefonunuza indirin!!!
Accept !