Recent Comments

“IRAZGİLİN MEYMET’İN TÜFENGİ”

“IRAZGİLİN MEYMET’İN TÜFENGİ”
           
            Önceki yazılarımızın birinde, yani hemen bir yukarıdaki konu ile yapmış olduğumuz alıntıda çocukluk arkadaşlarımın en önde gelenlerinden olan Rahmetli Mehmet KARACA’dan, O’nunla kendi “Öksüzler Mektebimizde” gerek kendimiz gerekse kendimiz gibiler adına gelecekte güzel günlerin olması adı ve anlamında kurduğumuz hayallerden, Mehmet’in cesareti ve gözünü budaktan sakınmayışından, buna rağmen merhametli konumundan, saflığı ve içtenliğinden, bu halinin ise kendisini aramızdan aldığından dem vurmuştuk. Bu yazımızla da (Mehmet KARACA’nın) “Irazgilin Meymet’in” nasıl olup da, “Karakocagilin Meymet” oluşundan ve “tüfenginden” bahsedeceğiz!
Köydeki ortamın nasıl olduğunu da hatırlarsanız “Olçum Siyit’in Ölümü” adlı yazımızla anlatmıştık. “Olçum Siyit”, “Irazgilin Meymet’in” öz be öz amcasıydı. Diğer bir amcasına da Köy’de “Pepe” derlerdi. İşte bu “Pepe” cezaevinden kaçmış, meşhur bir “Kaçak” olmuştu. Yani “Kaçak” diyorlardı artık O’na! Çok kesti biçti Köy’de… Kimini ürküttü, kimini korkuttu, kimini tırsıttı.... İş bu kadarla kalsa iyi; kimini kullandı, kimine kullanıldı... Hasılı o sıra köylü tam bir çıngardaydı… Tüfenk, tabanca bellerden çekilmiş ellerdeydi. Hatta taşlı atış, sopalı, değnekli vuruş…
Bu arada Köy’e Karakol bile gelip yerleşti. Hem öyle bir yerleşme ki köy odasını mekan tuttu. Aylarca kendilerini köylülere besletti. Ama o yine de kaçaklığını sürdürdü O. Yakalanmadı bir türlü… Ta ki ölene, daha doğrusu öldürülene dek. Devlet’in kabulüne göre “kim vurduya gidene” dek. Bu “kim vurdu” meselesi var ya? Köylülerden nicelerini alıp götürdü aramızdan daha sonra. Nicelerini sürgüne götürdü gibi Köy’den ve Köy’ünden; nicelerini de yatırdı ebedi istirahatgâhına….!
İşte “Irazgilin Meymet” böylesi bir ortamdaydı. Anlaşılacağı üzere; gördüğü ve içinde bulunduğu ortamlar taş, kaya, sopa, değnek hatta silahla, saldırıydı. Bu işlere “Irazgilin Meymet’te” de olağan dışı bir merak sardıydı. Daha doğrusu Mehmet bu işlerin 1 numaralı talibiydi…
Tam da ilkokul 5. sınıf’a geldiğimiz yıldı. Bilirim; dedim ya: O benim iyi arkadaşımdı. O’nu bir tüfeng edinmek merakı sarmıştı. Özlemle bekliyordu okulun bitmesini. Çalışmaya gidecekti. Çam dikimine… Para kazacaktı bolca ve bir “tüfeng” alacaktı; en azından “tekkırma” yahut “kırmatek” dediğimiz o tek namlulu av tüfeklerinden! Ben okumak, Köy’ü çıkmak arzusundaydım O’ysa İllâ da Köy’de kalıp bir “kırmatek” alma onunla “daha büyük vurma” yarışında.
Doğrusu bu arzusunu hiç sevmedim. Bunun olumsuzluğunu kendine en az kırk kez söyledim. Lakin “Nuh” dedi, “Peygamber” demedi. Hattâ çocuklara, bana bile küfretti. Ben de Okul Disiplin Başkanıydım ya? Biraz da muhbirci yani. Tuttum, yazdım numarasını. Aynen hatırlıyorum 82… Öğretmene vereceğim…! Çok yalvardıysa da bana; silmedim numarasını, verdim öğretmene. Biliyorum, bu olay nedeniyle çok ama çoook kırıldı O bana. Kırıldı biliyorum ama varsın kırılsındı. Kırılması önemli değildi; yeterki bu “tüfeng edinme” işinden caysındı. Lakin olmadı; o tüfek edinme meselesinden kesinlikle caymadı.
O yılın güzünde ben İvriz’e gittim; “Irazgilin Meymet” de çam dikimine… Yaz tatiline geldiğimde “kırmatek” elindeydi. Havası da yerideydi. 3-5 çocuk gezmeye gittik Koru’ya… Havası yerinde olan Mehmet, başladı bana yalvarmaya… “İvriz’de sen, bizim burada bilmediğimiz kitaplar okumuşsundur; öğrendiğin o masallardan anlat bize!” diye… Anlattım bende. Masal dinleyen Mehmet’in “tek kırması” elinde… Kuş avlayacak belki de? orasını bilemem ben; takdir elbet sizlerde…

            ****************

Dediğim gibi cesurdu ama Saftı Mehmet. Temiz çocuktu aslında… Bu iki özelliği düşürdü onu bu “tüfenklerin” ardına…
O güz ben İvriz’in 2. sınıfına gittim, “Irazgilin Meymet” Köy’deki “terfiyisini” aldı. Terfii etti yani. “Irazgilin Meymet’likten” çıktı; “Karakocağilin Meymet” oldu.  Nasıl mı?
“Iraz” O’nun bir büyüğü ve ablasıydı. Mehmet’i de pek severdi. İşte bu sevgiden kazanmıştı ilk lâkabını Mehmet. Burada şunları da eklemek gerek:

Bizim Köy’de “yerler haltı, kararlar helvayı” da bazıları… Geçerler bir de karşıya “Tüfeğin ardına geçen mutlaka önüne de gere!” derler… Bunları hem bilirler, hem söylerler, hem de milleti buraya sürerler… O zamanki adamlar var ya…? İşte o adamlar… Sormayın; bu tür “haltı” hep yerler… Çıkar karşıdan seyrederler… Hem yerler, hem seyrederlerdi yani…

Mehmet’i “pohpohlamak” gerekti, her nedense bu adamlar için. Ve öne düşürmek… Belki de çıkarları için kullanmak… Dedim ya? Hem cesurdu, gözünü budaktan sakınmaz, dediğinin yapar arkasından ayrılmaz… Hem de saf… Merhametli ve temiz…  Tam “bizim münafıkların” adamı belki de yani.
Baba tarafına da “Karakocagil” derler Mehmet’in. “Karakocagil’in” çoğu aynı Mehmet gibi… Vurur, kırar, döver, çarparlar adamı gerekirse… Biraz da gaza gelir… Fakirlik var bazen serserilenir…
Bizim münafıklar tutmuş, Mehmet’in adını değiştirmişler o kış! Yeni adı “Karakocagilin Meymet” oluvermiş. Gerçi kendi de bu yeni adını pek bir sevmiş… Tüfengi halâ elinde. Pek bir sağlam yapışmış hem de.
Eh…! İşler yolunda, can arkadaşım yolunda… Yolları ayırdığımız çocukluk dostum, can arkadaşım; sanırım anladın!?
Bu olanları, o öğretim yılının “şubat tatilinde” belledim.

            ******************

Bahar gelip okullar kapanıca geldiğimde sormayın; bir de ne duyayım!? Bizim Karakocagilin Meymet” cezaevinde… Bacak kadar çocuk yani… Ah Mehmet ah…! Ne “haltlar kardın” sen yeni?
Meğer:
Allamışlar pullamışlar Mehmet’i, Oturmuşlar bir pusuya! “Tüfengi” de elinde… “Sarı” lâkaplı bir adam var, Bizim Köy’de… İşte O’nun yoluna… Geçeceği yulun üzerinde bir avluya. Neymiş efendim? “Sarı”, Mehmet’in emmisi; “Pepe’nin” hasmıymış… Bavvv…! Ne iş ya…? Sevsinler seni he mi? Ulan çocuk, adam böyle eder mi?
Mehmet “tüfengin” arkasında…!? Derken “Sarı”; erişmiş oraya ve geçmiş bu “tüfengin önüne”“Karakocagilin Meymet” bu! İşi hiç kaçırır affeder mi?  Sallamış “Sarı’ya” onca mermiyi… “Tekkırma’sıyla” yani… Tek kırma (tek namlulu) bir av tüfeği almıştı ya hani? İşte onunla sallamış “dokuzlu” (içinde iri iri, 9 adet saçma kurşunu bulunan avcı fişeği) denilen mermileri… Yaralanmış ama “Sarı”, ölmemiş bari… Köyden kaçtı da, halâ yaşıyor şimdi “Sarı”.
O “Sarı” halâ yaşıyor ama, “Karakocagil’in Meymet”, doğruca içeri… Dama yani. Sanırım yıl gösteriyor 1968’leri…!
Benim cesur arkadaşım, o rahmetli serseri…
Kim bilir?
Belki içeride bekliyor “tüfengin önüne geçeceği günleri”…

Geçelim bu beklentili günleri de biraz “Dam’dan” bahsedelim bari:
Mehmet’in yattığı yer aslında “dam değil de “Konya Çocuk Islah Evi”
Ne ev, ne ev ama hani? Ne ıslah, ne ıslan yani! Ulah “Meymet!” Buldun mu yenice “Öksüzler Mektebi’ni?” Hani beraber gidecektik “Ulan Sersesi…?”
Dam değildi gideceğimiz yer; umutlarımızdı hani? Neden şaşırttın sen asıl gidilecek yeri? Hani o saflığın, onca umut ve sevgi dolu hallerin!? Bu muydu yapacağın senin?
            Boş ver artık bunları da biraz da şunları söyle şunları!
Ne yaptın içindeki rutubetli, nemli, leş gibi kokan o bodrumdan yerleri…? Sıvaları dökük camları kırık yetimhaneleri…? Hele hele, ne yaptın “Dam’ın” içinde gezen onca börtü ile böcekleri…? Fare, akrep, yılan çıyan falan var mıydı? Nasıl geçirdin bu ortamda o soğuk geceleri…? Söyle bana; yatağın, yorganın var mıydı bari?
Peki; “Öğretmenlerinle” nasıldı aran? Var mıydı kitap kalem falan? Sakın ola; coptan mıydı yoksa Ulan…!? Yada “pompadan” mı? Severler miydi seni; yoksa sever gibiler miydi yani? “Pompacılarla copçular” hani!
Doğru söyle arkadaşım! Ense mense yapar mıydınız Türk filmlerindeki gibi? Bağlama çalanınız da var mıydı? Doğru söyle! Bağlama çalan yoksa “sivri sinekler” falan mıydı? Bari iyi çalarlar mıydı…
Ya solistiniz? Onlar nasıldı? Yoksa yer dayağı; o yüzden mi bağırırlardı…? Dünyanın en güzel tenor, bas sesleri ve diğerleri aranızda mıydı? Peki! Koroya seni de katarlar mıydı? Bu ve benzeri “Okul” uygulamalarının sana bir faydası var mıydı? Islah’a dönük yani…?
Doğru konuş! Ense mi yapardınız? Yoksa tek ayak mı basardınız? Oraya mı dikerlerdi sizi…? Söyle bana: tek ayak üstüne dikerler miydi hepinizi? Senin o, “kırma tek” gibi!
Ara sıra mı yaparlardı bu eğitimi; yoksa her gün, her gece mi?
Söyle bana! Bunların faydaları nelerdi sana!? Islah mı oldun; şaşırttın mı… Yoksa akıllandın mı? Bilirim, bence bilendin. Hem de bir güzel bilendin!
Ah “Ulan Meymet;” “Ay Akılsız Serseri…!”  Yapacaklarımız bunlar mıydı?

Eh; ben bilemem; bilemem bundan sonrakileri!
Durum belki de kaderin falan olmalı! “Alın yazgısı” değil; aşamayıp takıldığın o zalim hayatın kötü şartları… İşte o şartların esiri ve eserleri… Bunlardan doğan kaderin ve insan kaderleri…
Uzatmayalım artık sözleri de; geçelim ileri!

            ******************

1972 yılında ben öğretmen olup ayrıldım memleketten. Bizim “Karakocagil’in Meymet7se”  bekliyor halâ o “Kara Damları”. Sanırım ayrıca, “Öksüzler Mektebimizde” kurduğumuz o güzel halleri de….
Nihayet geldi artık o ilk “Ecevit hükümetleri”. Ardında da Ecevit in o “1974 affının” günleri!
Lakin; bizim Mehmet var ya bizim Mehmet? Canı tezdi O’nun! Affı falan beklemedi. Bi-tamam yattı. Yattı kendine kesilen tüm cezaları! Evvel Allah… Tek tek, çile çile yattı her birini! Hem de sindire, sindire…(?) Mehmet bu?! Rüşvet falan kabul etmez asla! İltimas falan da… Tamamladı damdaki işlerini. “Aff’ın” çıkmasına birkaç hafta kala hem de!
Anlayacağınız bir güzel okudu Ora’da öksüzler Mektebini(!) Mezun oldu bizim “Irazgilin Meymet.” Kovalayıp çıkardılar bu kez de. Salıverdiler hasılı…
İşte başladı artık “Irazgilin Meymet’in” yeni günleri. İnşallah o tatlı ve güzel özgürlükleri…! Sevgi ve umutla ileri… Sanırım böyleydi o günlerdeki hayalleri.
Ancaaak….!? Kim bilir neler beklerdi pusuda yarınları?
Bir mesele daha var; “Bizim Mehmet”, hazır asker!
“Irazgilin Meymet” başlığı altında da anlattım; “kırkımız karışmış” Mehmet’le bizim…O da 1954 doğumlu yani ve hazır asker… İyi de hayalleri var; sevgileri, umutları… Zaten yetim büyüdü garibim! Üstelik “Öksüzler Mektebi’ni” de okudu. Anlattığım misal o “Okul’da” nice çileler doldurdu. Belki olgunlaştı…! Belki de oldu tam bir serseri(!) mayın! Nerede patlayacağı belli olmayan! İşin orasını bilemem; Allah bilir! Bir de işi takdir edip, durumu güzelce anlayanlar…!

İşi aceleydi Mehmet’in. Askerliği falan beklemedi!
Dam’dan çıkar çıkmaz bir kız kaçırdı... Hem de Bizim Köy’den… Köy’ün güzel, en popülerlerinden…!
Yanlış anlamayın! Dağa değil, eve kaçırdı eve! O kız’la evlenmeye…
Halletti bu konudaki işlerini. Mutluluk, mutlu olmak, mutlu etmek, sıcak bir yuva kurmak… Buydu artık tüm beklentisi!
Dedim ya? Askerliği var önünde. Evlenme işiyle kurulan yuva tamam… Tuttu askerliğin yolunu…  Uzatmayalım! Mehmet gitti askere. Sanırım 1977'de alıp geldi güzel bir teskere. Döndü yuvasına… Evine, evceğizine…! Büyük Oğlunu da ancak o zaman gördü. Ancak o zaman kucakladı...
Haydi Mehmet; yaşamaya devam et!
Göreceğiz, bakalım başına neler, neler gelecek!?

            ****************

Bu arada ben Ağrı-Tutak Meter’deki görevimi ikmal edip İzmir-Ödemiş-Küre Köyü İlkokulu’na gelmiştim. Tam da 1974’te. Üç yıl çalıştım Ora’da. Var gücümle hem de. Lakin dönem 1980 öncesi... Ortam da bir hayli karışık… “Kim vurdu’ya giden” pek çok...
Gençlerimizin kullanıldığını ta İvriz’in 3. sınıfında kavramıştım. Kavramıştım kavramasına ama, arada kalmak yine de pek zordu zamanlar.
Kendimi işime verdim. Hayatın gailesine daldım. Bırakın kayıt olmayı; TÖBDER’in de, Ülkü Ocakları’nın da kapısından bile girmedim. Hattâ mekanlarının bulunduğu mahallelerden dahi geçmedim. Geçmesem de bazı işler üzerimde kalıyordu.
Dağlara taşlara, “Kurtar bizi “Karaoğlan”, “Tek yol devrim! Faşistlere ölüm” falan yazarlar. Bir de bakmışsın…? Bu yazıları karalarlar. Hattâ bir güzel silerler… Yerine de “Tek yol İslam! Komünistlere ölüm! Komünistler Moskova’ya… Vatan, millet, Sakarya…!” falan filan yazarlar. Hasılı kimi yazar, kimi bozar… Her gece başkasını yazar.
Bir mesele daha var? Köye gelip giden gırla… Kimi gazete dağıtır, kimi dergi… Kimi de bildiri… Kimi dağıtır bunları; kimi de toplar. Kimi yırtar atar, kimi de topladığını bir güzel yakar…
Bu tarz işlerle asla alâkam olmadı. Durum buydu ama, tüm olanlar üzerimde kalıyordu. Özellikle Türkeşçilerce yapılanlar... Durum karşısında haylice çekinip korkmuştum! Korkmuştum kendimce. Durum oldukça vahimdi. “Kim vurdu?”ya gitmek an meselesiydi. Kimi kimi ve ne için vuracağı da belli değildi. Öyleyse, bir çare geliştirmeliydi. Üstelik, oldukça acil…!
Bu konu ve o günler hakkındakileri; http://memleket-kurtarma-meselesi.blogspot.com/ biçimindeki Internet bağlantısında yayına verdiğim “Memleket Kurtarma Meselesi” adlı ve yine o dönemi “ti’ye alarak” anlattığım kitap çalışmamda değerlendirdim bir haylice. Diyen o linke ve kitaba başvurabilir. Biz yine konumuza dönelim kısaca ki: 1977 Haziran seçimlerinde İzmir-Ödemiş-Çamlıca Köyü’ndeki Sandık Başkanlığı görevimi tamamlar tamamlamaz ayrıldım oradan.
Doğruca Memlekete geldim. 1977-1980 arasında artık Konya-Bozkır-Taşbaşı’ndaydım. Taşbaşı ise bizim Yelbeği ile mahalle gibi bir yerleşim. 3 km. kadar arası… İki köy birbiri ile bir hayli kaynaşık… Dolayısıyla Mehmet’i görür oldum ben yeniden artık.
Ancak….!?
Mehmet bana eskisi kadar sargın değil, biraz kırgındı. Hatta O’nu İlkokul Öğretmenime şikayet ettiğim için bir hayli dargındı. Konuşsa da öylesineydi. Anlaşılan “Son Okulu”, bir hayli yaramıştı (!) O’na.  
Ulan baba; ulan baba…! Söyle bana “Devlet Baba!?” Yediğin “herzeler” gelmez hesaba! Tutturuyordun bir de! Neymiş efendim? Babaymış devlet! Sevsinler senin gibi babayı! Bırak şu babalığı da, birazcık ana ol bari…
Mehmet’in anası dahi;senden daha iyiydi vallahi!


Kitap ve makalelerime erişmek isteyenlere>

Yorum Gönder

0 Yorumlar
* yapılan yorumlar denetlendikten sonra yayınlanmaktadır.
...

buttons=(Accept !) days=(20)

Bozkır Android Uygulamasını Telefonunuza indirin!!!
Accept !